Dünya sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri Stanley Kubrick. Çoğunlukla kitaplardan uyarlama filmler çekse de sahneye bakış açısı, çekim teknikleri ve estetik zevkiyle birçok kişiye ilham olmuş biri. Dünyanın birçok noktasında binlerce hayranı var. Hatta daha geçen aylarda İstanbul’un göbeğine sırf filmleri için bir sergi bile açıldı o denli bir yönetmen. Ancak ben sadece abartıdan kaynaklı biri olduğunu düşünmekteyim.

Daha önceden de birkaç filmini izlememe rağmen bende çok bir etki yaratmamıştı. Birçok insanda da abarttıkları kadar bir etki yarattığını düşünmüyorum. Bence insanlar çok övülen bir şeyi beğenmediklerini söylemekten çekiniyorlar. Sırf dışlanmamak ya da cahil damgası yememek için. Bu yüzden boş olan şeyler aşırı övülüyor.

Kubrick’in filmleri arasında az buçuk beğendiğim Otomatik Portakal filmi vardı ancak o filmin güzelliği de kitabını okuyana kadar devam etti. Senaryonun asıl sahibi Otomatik Portakal’ın olayını, o iğrençliği ve sapkınlığı öyle güzel yazıya dökmüştü ki Kubrick’in filmi yanında çok vasat kalmıştı.

Yönetmenden izlediğim son film ise aşırı meşhur olan ve herkesin kapı kırığından gülerek bakan adamı canlandırdığı sahnesiyle “Cinnet” yapımı. Biraz bu film hakkında yorum yapmak istiyorum çünkü film beni 3 saat boyunca boğdu boğdu duvarlara attı.

Dağın başında kocaman bir otel ve bu otele kışın işletme durdurulduğundan dolayı bir nevi bekçilini yapmak için görevlendirilen bir aile. Bu aile kendi evlerinde de zaten tuhaf tiplemelerdi. Parmağının doğaüstü biri olduğuna inanan küçük bir çocuk, koşuşuyla bütün ciddiyetimi kaybettiren polyanna bir anne ve yine kendi kendine tribe girip bütün suçu başkasında arayan Martın Eden’in çirkin hali bir baba.

Bu mükemmel üçlü takımının devasa bir otelde tek başına aylarca kimseyle iletişimi olmadan yaşadıklarını düşünün. Yaşamlarında hiçbir sorun olmasa da bir süre sonra ailenin babası kendi kendine psikolojisini bozmaya ve depresyona girmeye başlıyor. Ne kadar anlayışlı ve sessiz sakin bir eşi olsa da, adam bütün beceriksizliğini ve başarısızlığını kadının üstüne atıyor ve bu zamanla depresyona ardından da öldürme arzusuyla cinnete dönüşüyor.

Buraya kadar psikolojik bir film olarak değerlendirilebilir ve evet belki de aile travması konusunda kaliteli bir senaryo olurdu. Ancak… büyük ihtimalle Stephen King romanından uyarlama bir film olduğundan illa köşesinden bir yerden paranormal bir şey fırlatmak zorundalardı ki bence bu filmi çok manasız bir noktaya getirdi. Ölü insanların ortaya çıkışı, telekineziyle iletişim gibi maddeler de filme eklenmeye başladı ve film fantastikleşip daha da merak uyandıracağına birbirinden alakasız ve bağlantısız konular oluşturdu.

Kısacası istediği kadar dünyanın en tanınan ve takdir görülen yönetmeni olsun, istediği kadar mükemmel yaratıcı çekim teknikleri kullansın, film bittiğinde ben “eee şu nasıl olabildi ki? Tamam da bu adam nereden çıktı kim bu?” gibi sorularla baş başa kalıyorsam o film bana seyir zevki veremiyor. “cinnet” filmi de benim için bağlantısız ve mantıksız noktalarla mahvedilmiş bir eserdi. “ben çok film kurduyum, ooo bak abi sen burada anlatılmak istenilen şeyi anlamamışsın” tribindeki çokbilmiş insanlardan değilseniz izleyip vakit kaybetmenizi önermem.