Bu filmi izlerken Brad Pitt’e tutulmayan kız, Anthony Hopkins’ten de iyi Godfather olurmuş aslında diye düşünmeyen seyirci yoktur bence, siz de Meet Joe Black’i izleyin anlayacaksınız dediklerimi.
Öncelikle sizlere biraz filmin içeriğinden bahsetmek istiyorum. Filmimiz William Parrish adında bi amcamızın lüks ve bol bol zenginlikli hayatıyla başlıyor. Bu amcamız kendine ait adasındaki malikanesinde hizmetçileriyle yaşayan helikopterle şehre giden biri, yani birçoğumuzun özendiği gibi hayatı var kendisinin. Ama yanlış anlamayın dediklerimi Parrish bu lüksün içinde yaşayan kibirli ve fani dünyanın büyüsüne kapılmış biri değil asla, o da farkında yaşlandığının bu şatafatının biteceğinin ama işte bazen farkında olduğumuz şeylere de gereksiz maruz kalabiliyoruz. William da azraile maruz kalıyor. Evet evet bildiğiniz Azrail çıkıyor geliyor diyor ki ben seni öldüreceğim ama bana biraz dünyayı tanıt ben de biraz insanmış gibi yapayım diye pazarlık ediyor. Ve aynen böyle de oluyor, Azrail Parrish ile yaşamayı deneyimliyor, Parrish de ölüm meleği yanındayken canını almasını bekliyor. Allahım tam çıldırmalık.
Evet, okuduğunuz üzere filmin konusu birçok yapımdan farklı ve enteresan. Bu da insana bi merak katmıyor ve ilgisini çekmiyor değil tabi. Oyunculuklar da gayet yerinde olduğu için bir seyir zevkiniz de oluyor süreç içerisinde. Ancak her şeye rağmen ben, film bittiğinde bir şey eksik ya da bir şey fazla gibi diye düşündüm ve buldum da.
Yapım kaliteli bir konu ve ihtişamlı bir ambiyansa sahip ancak iki tane husus var ki benim hafiften uykumu getirdi ekran karşısında; bir, başroldeki hanımefendinin aynı Alacakaranlık’taki Bella gibi mimik yapacağım uğruna kendini anakondaya çevirmesi, iki, filmin gereksiz uzun oluşu. O ablaya bile bir tahammülüm oldu ama 3 saat uzunluk biraz şov gibi geldi bana. Yapım gayet mükemmele yakın olacakken 3 saatle vasat bir tada sahip oldu benim için. İzlenir mi izlenir ama çokta bayıldım diyemem.