Gabriel Garcia Marquez… kendisinden 3 önemli eser okumama rağmen kalemine bir türlü alışamadığım ama okumayı da bir türlü bırakamadığım yazar. İlk başta Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okumuştum Marquez’in. Okurken beni krizlere sokup fenalıklara uğratmış ancak finaliyle beğenmeme neden olmuştu.

(Finalinde ne olduğunu hatırlamıyorum ama hissiyatı güzeldi.) Ardından yazardan Benim Küçük Orospularım kitabını okudum ve gram beğenemedim. Etik duygularımı tetikleyen ve yazara sinirlenmeme neden olan ince ve gereksiz bir eserdi benim için. Sonrasında ise doğum günümde hediye gelmesi vesilesiyle Kırmızı Pazartesi kitabını okudum ve arkadaşlar… bu sefer yazara alışabildim sanırım.
    
Kırmızı Pazartesi, yüz sayfa civarlarında oldukça ince ama o kadar da çarpıcı bir eserdi. “Namus” yüzünden işlenecek bir cinayeti ve bu cinayetten herkesin haberi olmasına rağmen kimsenin bir şey yapmamasını anlatıyordu kitap. Peki neden bir şey yapmadılar? Neden kimse oluşacak bu vahşete engel olmadı? Toplum içerisinde birçok cevabı var aslında bu soruların.
    
Birincisi, namus kavramının toplum içerisinde bir norm olması ve sorgusuz sualsiz ortada bir usulsüzlük varsa eğer bunun cezasının verilmesi gerektiği düşüncesinin kabullenilmesi. Bu düşünceye bir karşıtlığım yok benim de ama namus denilen kavramın bu denli dar kalıplara sokulması ve cinsiyet bazında olması tam bir zırvalık. Namus olgusu, cinsler ve yaşlar parantezinde ilerleyip bu durumda yapılan hareketlerin namussuzluk olarak nitelendirilmesi daha mantık ve insanlık çevresinde yer almaktadır.
    
İkincisi, kahramanı bekleme sendromu. İnsanların bana dokunmayan yılan bin yaşasın dur benim dilim yanmasın endişesiyle sorumluluk almaktan kaçması ve o gerçekleştirilmesi gerekilen faaliyetin gerçekleştirilmemesi. Konudan bağımsız bu bahsettiğim olay günümüzde de insan ilişkilerinin en büyük problemi diyebiliriz. Artık kimse ve belki bunları yazmama rağmen ben bile sorumluluk almıyor, duygularımızı ve düşüncelerimizi gizlemeyi tercih ediyoruz. Bu tabi ki de oluşturulan güvensiz tabiattan kaynaklı bir durum ama bu sayede insan iletişimlerimiz köreliyor tabula rasamız bembeyaz bir tahta olarak kalmaya devam ediyor, ne kadar da içler acısı…
    
Üçüncü bir neden ise insanların bazı oluşumları kaçınılmaz görmesi ve kulaktan doğma bilgilerle direkt yargıya varabilmeleri. Kendimize yapıldığında cinnetten cinnete kaçacağımız bu özellik maalesef ki cahil denebilecek kesimde bulunmaktadır. Bahsettiğim konu denilene inanmak değil bahsettiğim konu denilene inanıp buna göre bir tavır sergilemek. Oysaki hepimiz insanız ve unutuyoruz ki beşer şaşar…
    
Kısacası dostlarım kitabın anlatım dili de finali de okunmaya değerdi. Bazı şeylerin cevapsız kalması esere farklı bir mana katmış ve kısa sayfalarda uzun etkiler oluşturmuştu. Marquez’i tekrardan sevebilir ve Kolombiya ruhunu bırakmayabilirim…