Bazı şehirler vardır, adını duyduğunuzda bile kalbinizde bir huzur dalgası yayılır. Buhara, işte o şehirlerin en başında gelir. Tarihiyle, ilmiyle, mimarisiyle ama en çok da maneviyatıyla gönül coğrafyamızın en özel duraklarından biridir Buhara.

Asırlar boyunca ilimle tasavvufun iç içe yaşadığı bu kadim şehir, “Türk-İslam Dünyasının kalbidir” desek abartmış olmayız. “Buhara-i Şerif” denilmesi de bundandır. Çünkü Buhara, sadece taş duvarlardan ibaret bir şehir değil, aynı zamanda gönül eğitimini, insan olmanın zarafetini öğreten bir medeniyet merkezidir.

Orta Asya’nın (TÜRKİSTAN) kalbinde yer alan Buhara, İpek Yolu’nun altın duraklarından biriydi. Kervanlar ticaret için uğrarken, âlimler ilim için, dervişler ise gönül eğitimi için bu topraklara gelirdi. Hz. Pirimiz Hoca Ahmet Yesevi de bu tedrisattan geçmiştir. Karahanlılardan Samanilere, Gaznelilerden Timur’a kadar pek çok devletin gözbebeği oldu. Ama Buhara’yı asıl yücelten, bu topraklarda yetişen gönül erleriydi.

Şehrin kalbinde bir isim yankılanır: Bahâeddin Nakşibendi. Onun adıyla birlikte Buhara, tasavvufun en güçlü nefesini kazanmıştır. “Nakşibendîlik” yalnızca bir tarikat değil, bir yaşam biçimidir. “Halk içinde Hak ile olmak” anlayışı, bu topraklarda bir hayat felsefesine dönüşmüştür. Her nefeste, her adımda Allah’ı anmak; sade yaşamak ama derin düşünmek. İşte Buhara’nın insanı böyle yoğrulmuştur.

Maneviyatın yanısıra ilim de bu şehirde hayat bulmuştur. İmam Buhari, hadis ilmini bu topraklardan dünyaya taşımış; Uluğ Bey, semanın sırlarını çözmek için yine bu topraklardan gökyüzüne dönmüştür. Medreselerde yalnızca dinî ilimler değil, astronomiden felsefeye, tıptan edebiyata kadar her alan öğretilmiştir. Buhara’da bilgi, “sadece aklı değil, kalbi” de beslemiştir.

Edebiyat da bu manevi havadan payını almış. Şairler, kelimelerini dua gibi işlemiş; her beyit bir gönül kapısı olmuştur. Buhara’nın şiiri, insana kendini, özünü ve Yaradan’ı hatırlatan bir derinlik taşır. Bu yönüyle Buhara, sözü hikmete dönüştüren bir mektep misali karşımızda dimdik durmaktadır. Buhara halılarının renk cümbüşü ise bir başka gönül zenginliğimizdir. Baktıkça içinde evreni gezer, gezdikçe kaybolursunuz.

Bugünün Buharası, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Ulu camileri, medreseleri, minareleri hâlâ dimdik ayakta. Ama en önemlisi, o ruh hâlâ capcanlı durmaktadır.Şehri gezen biri sadece taş yapılara değil, asırlardır süren bir sessiz duaya tanık olurlar. Her sokakta bir dervişin izini, her avluda bir duanın yankısını hissedersiniz.

Aziz okuyucularım, zaman değişse de Buhara’nın çağrısı hep aynıdır: “Kendini bil, gönlünü arıt, insan ol.”

Bugünün hızlı, gürültülü dünyasında Buhara bize sükûneti hatırlatıyor. Yavaşlamayı, derin düşünmeyi, kalbimize dönmeyi öğütlüyor. Açıkçası tefekkürü öğretiyor. Çünkü bu şehir, sadece bir coğrafya değil; insanın kendi içine yaptığı uzun bir yolculuğun adıdır. Aldığımız nefes kadar mübarek, verdiğimiz nefes kadar kutlu bir şehirdir Buhara.

Türk dünyasının gönül atlasında, Buhara bir ışık gibi parlamaya devam etmektedir. Kimi şehirler akılla hatırlanır, Buhara ise gönülle... Bir taşına dokunsanız dua, bir sokağındayürürseniz zikir gibi hissedersiniz. Sonra anlarsınız ki Buhara, aslında içimizdeki huzurun adresidir.

Sevgili okuyucularım, her hafta kadim bir Türk şehrini yazmaya, sizlerin zihinlerinde bir harita oluşturmaya çalışıyorum. Bu zamana kadar yazdıklarımın Kaşgar haricinde hepsini görmek nasip oldu. Yazıda vurguladığım gibi görmenin ötesinde tefekkürü bu şehirlerle öğrendim ben.

Tavsiyem odur ki gidip görünüz, görüp bahtiyar olunuz.

Selametle kalınız…