Ölüm de tıpkı doğum gibi hayatımızın bir parçası. Bir doğuma şahit olduğumuzda ne kadar seviniyorsak, bir ölüme şahit olduğumuzda da aynı düzeyde bir acıyı yaşayabiliyoruz.
Seller, afetler, depremler, hastalıklar, savaşlar, katliamlar, göçler, cinayetler, intiharlar ve daha niceleri sebebiyle yüzlerce hatta binlerce insan hayatını kaybedebiliyor. Sosyal medyanın günümüzde oldukça yaygın kullanılması nedeniyle felaket haberlerine ulaşımımız daha kolay olabiliyor. Daha fazla maruz kalabiliyoruz.
Hiçbir paylaşımımız yoksa, hiç tanımasak bile, aynı acıyı hissedebiliyoruz. En son şahit olduğumuz Giresun’daki sel felaketi sebebiyle hayatını kaybeden veya hala arama çalışmalarının devam ettiği insanları düşününce içimizde tarifi olmayan bir duyguyu hissedebiliyoruz. 
Savaşlar veya toplu ölümlerin olduğu olayların fotoğraflarını, videolarını gördüğümüzde bir hüzün yaşayabiliyoruz.  Korona sebebiyle dünyada yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Belki bizler için burada yer alan insanlar sadece birer rakamdan ibaret. Peki ya tanıdıkları, ailesi, çocukları, anne-babaları için ne anlam ifade ediyor?
Ölen kişi yaşlıysa ‘Zaten çok yaşlıydı’, ölen kişi bir hastalıkla mücadele ediyorsa ‘Zaten hastalığı vardı’ veya ölen kişi yatağa bağlı yaşıyorsa, ‘Zaten onun için zordu çevresindekiler de rahatladı’ diyebiliyoruz. Kendimizi veya aileyi teselli edebiliyoruz.
Peki ya ani ölümler? Trafik kazaları, intiharlar, maganda kurşunları, cinayetler, seller, depremler, toplu katliamlar, savaşlar… Tüm bunlar için de aynı teselliyi bulabiliyor muyuz gerçekten?
Ölen kişinin genç olması bu durumu kabullenebilmemizi daha da zorlaştırıyor. ‘’Daha çok gençti, yaşayacak çok günleri vardı’’ diyebiliyoruz. Sonrası koca bir suskunluk, boğazımıza oturan koca bir düğüm olabiliyor sadece. Eğer inancımız varsa Yaradan’a sığınıyoruz ve kendimizi ‘’Yaradan böyle uygun gördü zamanı buraya kadarmış’’ derken buluyoruz.
Ölümün türü, şekli, zamanı, ölen kişinin yaşı, cinsiyeti, konumu, hastalığının olup olmaması bir yerde önemini kaybedebiliyor. Doğum ve ölüm herkesin eşit olduğu en büyük iki olaydır. Olumlu durumları kabullenmek ve içselleştirmek herkes için daha kolaydır. Peki ya ölümü nasıl kabulleneceğiz?
İşte tam bu soruya cevap olabilecek, acıları dindirebilecek kesin bir formül maalesef yoktur. Tek ve kesin olan şey hayat devam ediyordur. Ölümün ardından kaybedilen kişinin yası elbette ki tutulacak. Onun uğurlanması, gerekli gelenek ve göreneklerin uygulanması ve taziyelerin alınma süreci aile üyeleri tarafından uygulanacaktır. Ölüm oldu, kişi öldü tamam artık hayat devam ediyor felsefesinde hiçbir şey olmamış gibi hayata mutlu mesut devam etmekte doğru değildir.
Kaybedilen kişi kim olursa olsun onun acısını güvendiğimiz ve samimiyetine inandığımız kişilerle paylaşmalıyız. Mutluluklarımızı nasıl paylaşma eğiliminde oluyorsak, acılarımızı da paylaşarak kabulleneceğiz. Yaşama yeniden uyum sağlama sürecinin ilk ve en önemli adımıdır bu. 
İş hayatımız, okul hayatımız, ev hayatımız vs. her nasıl bir yaşam sürdürüyorsak buna tekrardan dönmeye ve acımızı kabullenmeye ihtiyacımız var. Bununla ilgili atalarımız bize çok güzel bir öğüt veriyor: ‘’Ölenle ölünmüyor.’’