Kendinizi bir şey yapmadan önce cesaretinizi toplama ihtiyacı içerisinde buldunuz mu hiç? Ben buldum. Basit bir kararı gerçekleştirmek için veya büyük bir değişiklik yapabilmek için cesaretimi topladım. Toplamak zorunda kaldım. Sonra çevreme baktım ve gördüm ki farklı bir şeyler yapan herkese veya beklenilenin dışında davrananlara cesur diyorlardı. Farklı olmanın önkoşulu olarak cesaret çıkıyordu karşımıza.

İşi bırakmak cesaret gerektiriyor, gece dışarı çıkmak cesaret istiyor. Yolculuğa çıkmak, saçını kestirmek, saçını farklı bir renge boyamak, dövme yaptırmak, duygularını paylaşmak, özür dilemek veya en basitinden düşünceni anlatabilmek hep cesaret istiyor. Ortaya koyduğumuz eylemler veya davranışlarımızın sonucunda alacağımız tepkilerden dolayı çekiniyoruz çoğunlukla. Bireysel yaşam sürme eğilimi göstersek de toplumsal bir varlık olduğumuz için onay görme ihtiyacımız oluyor. Bu da doğal olarak çoğunlukla hareket etme gibi bir sonuç ortaya çıkartıyor. Cesaret gerektiren eylemleri yapanların sayısı çoğunluğun altında kaldığı için de hep azınlık olarak görülüyor. Azınlık olan kişiler uzaktan hayranlıkla izlense de benzer bir eylemde bulunmak cesaretten öte benliğimizde çatlaklara sebep oluyor. Sen böyle birisi değilsin, yapamazsın, yaparsan başına ne gelir biliyor musun gibi iç sesimizden gelen konuşmalar sonucu durduruyoruz kendimizi. 

Bu iç ses zararlı demiyorum aksine kulak verebilsek oldukça faydalı olacak bizim için. İlkel duygu ve dürtülerimize yön vermeye yardımcı oluyor. Uçurumdan atlamamıza veya son sürat virajdan dönmemize engel olan şey bu iç sesimiz temelde. Ancak bu iç sesimiz şimdilerde görüyorum ki bizim ötemize geçip hayatımızı komple yönlendiriyor gibi. Aslanın ağzına elimizi koymamıza engel olacak iç sesimiz şimdi bizlere, ‘’Sakın bunu yapma yoksa el alem ne der?’’ diyor. ‘’Duygularını belli etmek zayıflıktır asla konuşma.’’ diyor. ‘’Gece dışarı çıkma, kıyafetlerine dikkat et, konuştuğun insanlara dikkat et.’’ diyor. Sanki bir hayalet gibi yanımızda taşıyoruz bu sesi ve bizler sadece fiziksel olarak yaşamımızı sürdürürken ruhumuzu ona teslim ediyoruz. Günlerimiz birbiri ardına geçip gidiyor sadece. 

Sonunda kendimiz olmaktan çıkıp sadece beklentilere uygun yaşamaya başlıyoruz. Sonrasında pişmanlıklarla dolu bir şekilde yaşama veda ediyoruz. Cesaretli olmak en temel veya günlük yaşamın içerisinde yer alan eylemlerimiz için geçerli olmamalı diye düşünüyorum. Yoksa yanımızda taşıdığımız hayaletler bizler gibi insanlara dönüşüp çevremizde çoğalmaya devam edecektir. Peki sonrasında bizlerin zombilerden ne farkı kalacak? Duygularımızı bir kenara bırakıp, kendi isteklerimizi gerçekleştiremediğimiz bir hayatın bedelini kim ödeyecek? Bitmek bilmeyen iç sesimiz mi? Hayaletler mi? Yoksa el alem kılığındaki koca toplum mu?