Zekai SEMERCİ mahalle arkadaşımdı. Benden bir, iki yaş küçük olmalı. Mahalle takımımızın kalecisi idi. Mahallede her çocuk, genç top oynardı. Çünkü başka oynayacak, zaman geçirecek araç yok. Düşünün ki Çankırı’da televizyon yayını bile yok. Bilgisayar zaten yok. Bir radyo var. Kaset çalar bile yok nerdeyse. Plak dönemi. Güncel şarkıların plakçıda plakları satılıyor. Plakçalar ise lüks. Her evde yok yani. Devir gramofon devri.
    
Zekai’nin babasının fırını var. Ramazanda pide çıkarır, diğer zamanlarda etli pide. Pazar günleri ise Çankırı usulü kıymalı pide yapılır. Mustafa amcanın lakabı ‘lagudi.’ Koyu bir Cumhuriyet Halk Partili. Zekainin abisi Atıf abi iyi bir santrfor. Burun şutları ile ünlü. Ankara’da makine mühendisliği tahsili görüyor. Pazar günleri maç için Çankırı’ya geliyor. Kiracıları albayın oğlu Cenk Karatekin Esnafspor’un kalecisi. Ben de haftada iki gün antrenmana gidiyorum. Çankırı Stadı’nda bazen yan sahada bazen stadın sahasında antrenmandan sonra çift kale maç yapıyoruz. A takımın çoğu Ankara‘da öğrenci. Antrenmanlarda çift kalede forma şansı bulabiliyoruz.
    
Bir gün antrenmana geç kaldım. Mahalle bakkalının önünde baktım Zekai mobiletiyle duruyor. “Beni antrenmana götürebilir misin? Geç kaldım” dedim.  “Tamam götüreyim” dedi. Mobilete bindik. Ali İnandık Caddesi’nden stada doğru gidiyoruz. O zamanlar TCDD köprüsü de yok. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin önünden hemzemin geçitten geçip top sahasına ulaşacağız. Caddede beş kız aynı istikamette yürüyor. Hiçbirini tanımıyorum. Yanlarından geçerken Zekai çok gıdıklanır, nerden aklıma estiyse onu gıdıkladım. Direksiyonu bırakmaz mı hemen orda inşaatın kum yığınına saplandık. Zekai bana kızdı kızlara rezil olduk diye. Meğerse içlerinden birisi sınıf arkadaşıymış. Kızlar bize güldü. Tabi hemen toparladık. Zekai beni antrenmana bıraktı. Ayrıldık. Ertesi gün arkadaşı beni sormuş, kimdi o arkandaki şımarık çocuk diye. Zekai bana bunu söyledi. Benimle ilgileniyor diye düşündüm. Aklımdan öyle geçti. Belki de hiç alakası yoktu düşündüğümle. Kim olduğunu sordum. Tanıdığım bir ailenin kızıydı. Aynı mahalledeydik.

Birkaç gün sonra evimizin bahçesinde top oynuyorum. Daha doğrusu odunluğun kapısını kale belledim. Şut atıyorum, geri dönüyor. Kapı kapalı olduğu için tekrar şut atıyorum. İstediğim bölgeye vuruş yapma tekniğimi geliştirmeye çalışıyorum. Öğlen arası okuldan gelmişim. Evimiz iki katlı. Villa sayılır. Etrafı kerpiç duvarlarla çevrili. Kerpiç duvarların üstü kiremit kaplı. Yani topun dışarı kaçma ihtimali çok düşük.
Bir ara ters vuruş yaptım. Top kerpiç duvarın üstünden yola kaçtı.
Duvar yüksek, dış kapı uzak. Hemen dut ağacına çıktım. Bu arada top sesleri geliyor. Seslendim, “Topu atar mısınız” diye ağaca çıkarken. Meğer Zekai oynuyormuş. Okuldan çıkmışlar arkadaşları ile. Ağaca çıkarken bağırdı, “Yemedik topunu” diye. Ağaca çıktığımda gördüm ki iki kız bir de Zekai voleybol oynuyorlar. Kabalık yaptığımı fark ettim. Bir de baktım ki kızlardan biri bana şımarık diyen kız. Bana yakından bakınca dünya güzeller güzeli gibi geldi. İçimde fırtınalar koptuğunu hissediyordum. Garip bir duygu, içimin içime sığmadığını hissettim. Artık o günden sonra Zekai’nin baş belası olmuştum. Sürekli arkadaşıyla ilgili sorular soruyordum. Evlerinin önünden geçiyor, acaba camdan görebilir miyim diye hevesleniyordum. Aynı mahallede olduğumuz için her gün iki, üç defa geçiyordum. Bazen pencerede bazen dış kapıda görüyordum. Nasıl bir duyguydu bu. Çarpılmıştım adeta. Derdimi kimseye açamıyordum. Kıza zarar gelecek benim yüzümden diye de çok çekiniyordum.  O sıra saz çalmaya vermiştim kendimi. Bir yanda futbol bir yanda saz bir yanda aşk günler geçiyordu. Dersler yazılılar hak getire. Fen ve matematik derslerinden iyi kötü başarılı olabiliyordum ama tarih, coğrafya, biyoloji derslerinden hiç hoşlanmıyordum. Hatta müzik dersinden de. Piyano, org, saz çaldığım halde nota bilmiyordum. Bestelerim de oldu o dönemde. Sınıf arkadaşım Cahit Evren bir besteyi plak yapmayı bile önermişti. Kendisi veteriner oldu ama hala müzikle iç içe. İyi bir saz sanatçısı olarak devam ediyor. O bestenin sözleri şöyle idi:

Oy divane gönül, gönül deli gönül
Doğru söyledin dokuz köyden kovuldun
İyilik ettin kötülük buldun
Sen buna layık mısın
Oy divane gönül, gönül deli gönül
Kimse anlamaz senin dilinden
Kimse tutmaz senin elinden
Ne arasın elin güzelinden
Güzel sana yaraşır mı?
Ey divane gönül, gönül divane gönül
(devamı haftaya)