Değerli okurlar.
Diktatör seviciliği ile ilgili bir alıntıyla, köşe yazıma başlamak istiyorum. 
“Diktatör seviciliği çok doğal bir insan doğal bir insan eğilimidir.
Hatta birey olmayı başaramamış toplumlarda daha sık görülür. 
Bu tür toplumlarda yaşayan insanlar kendi kararlarını vermekten çekinirler ve karizmatik bir liderin peşine takılarak biat ederler. 
Bu lider çoğunlukla bir laf ebesi olup bunun dışında pek de bir özelliği olmaz. 
Hitabet yeteneği ile kitlelere hükmeder, kitleler de bundan orgazm olur. Yine bu tip topluluklarda bireyler hataları ile yüzleşmezler. Karşılıklı diyalog veya düello kültürü yoktur. 
Daha çok linç ve kumpas tercih edilen yöntemlerdir. 
Bununla ilişkili olarak da bu toplumlarda yaşayan bireyler çokça çocuk yaparlar. 
Zira onların güçleri sayıları ile ölçülür. Kendilerinin birey olarak bir değeri yoktur. 
Kalabalık olmaları onları değerli kılar.İşte böyledir diktatör sevici insanlar.”
Diktatörlerin genelde bir elinde sopa diğer elinde de havuç olur.
Sopa çok daha etkindir.
Peki.
İnsanlar neden diktatörü sever?
Bence insanlar, sevgiden çok korktukları için diktatörlere övgüler düzüp seviyormuş gibi davranırlar.
Diktatörler o kadar mükemmel örgütlenirler ki,
Devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte tüm yapıları da avuçlarının içine alırlar.
Diktatörden basın korkar.
Medyanın her türü diktatörün borazancı başı haline gelir.
Tüm bürokratlar, tamamen diktatörün ağzına bakar.
Yazar, çizerler en küçük eleştiride bulunmaktan çekinmeleri bir yana, diktatöre yaranmak için, sürekli dalkavukluk yapar.
Hukukun üstünlüğü, üstün olan diktatörün hukuku haline gelir.
Böylesine sahte göstermelik bir ortamda, yalanların, dolanların tam göbeğinde yetişen çocuklar ve gençler de bu yalan dolana inanıp, diktatörün hayranı haline gelirler.
Tarihin hiçbir döneminde, tarihçilerin gerçeği yazdıklarına inanmıyorum.
O süreç içindeki egemen güç, yani diktatör, dönemin ve dönem içindeki aktörlerin nasıl değerlendirilmesini istiyorsa, tarihçi tarihi ve tarihi aktörleri öyle değerlendirir.
Tarihi objektif bir biçimde ele alır çok farklı kaynaklardan incelerseniz, bunun ne kadar doğru olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Tarihte öyle olaylar gelişmiştir ki, tarihi kahramanlar hain, hainler de kahraman gibi tarihi belgelere geçmiştir.
Monarşilerde, iktidar babadan evlada geçtiği için, diktatörlerden değiştiğinde bile hep övgüyle söz etmişlerdir.
Ne zaman darbe olmuş, iktidar yani diktatör değişmiştir işte o zaman da, diktatörü deviren kendini kahraman ilan ederken, devirdiği diktatörü hain olarak ilan etmiş, tarihe de tarihçiler bu şekilde not düşmüşlerdir.
Örneğin, Türkiye’de her darbeden sonra darbeyi yapanlar, halkın seçimle başa geçirdikleri siyasileri suçlayıp hain ilan ederlerken, 27 Mayıs 1960’taki albaylar cuntasının darbesinde ise, rahmetli Başbakan Adnan Menderes ile iki bakan, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’yu idam edip hain ilan etmişlerdi. 
Uzun yıllar bu vesayet dönemi devam ederken, korkudan kimse bu hainleri suçlayıp haksız yere idam edilenlere sahip çıkamamıştı.
Ama yıllar sonra.
1974 yılında CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ile MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın uzlaşmasıyla koalisyon hükümeti kurulmuş, bu hükümet, İmralı Adası’nda gömülü olan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mezarlarının başka bir yere taşınabilmesine izin verdi. 
Ancak nakil 1990’da yapılacaktı. Özal’ın girişimiyle 11 Nisan 1990’da Menderes, Polatkan ve Zorlu’ya itibarları iade edilerek 17 Eylül 1990’da Topkapı’daki anıt mezara nakledildiler.
Konuya bir başka açıdan baktığımızda da, acı bir gerçekle yüzleşip, diktatörlere hak vermemiz gereken durumların da olduğunu görürüz.
Bunun somut örneği.
Irak ve Libya gerçeği.
Irak’ta Saddam, Libya’da da Kaddafi devrildi de ne oldu?
İki ülkede de kaos çıktı, darmadağın oldu.
 “Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir” sözünün ne kadar doğru olduğu ortada.
Demek ki.
Suçlu diktatörler değil, toplumlar.