Adına dünya denilen ve feza âleminde sadece küçük bir noktadan ibaret olan, üzerinde yaşadığımız yer yuvarlağını; büyük küçük, evcil vahşi, etçil otçul, suyun içinde veya dışında, yerin üstünde veya altında, hareket eden veya etmeyen, gören veya görmeyen, işiten veya işitmeyen, dışı sert veya yumuşak olan, tek veya çok ayaklı, sevimli veya sevimsiz (bize göre) … tahayyül edemeyeceğimiz kadar çok canlılarla paylaşıyoruz ve paylaşmak zorundayız. Her canlının bu dünyada bir görevi var, hiç birisi boşa yaratılmış değildir. Bazıları da insanoğlunun emrine verilmiştir. Etinden, sütünden, yününden, derisinden, gücünden, hislerinden, yeteneğinden… -çok fazla özelliklerinden hayat boyu faydalanırız. Tüm canlılar içerisinde akıllı olan, aklını kullanan ve diğerlerini de yöneten veya yönetme kabiliyetine sahip, duyguları olan tek canlı ise insandır. Bunun içinde insanoğlunun sorumlulukları vardır ve de çoktur. Bu sorumlulukları yerine getirirken insan aklını kullanır. Hayvanlar ise hisleriyle hareket eder yani Yaratıcının içlerine yüklediği içgüdüsel programla hareket ederler.

Yüce Allah kutsal kitabında, Hucurât Suresi 13. Ayetinde; “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır” buyuruyor. Hal böyle iken, aynı değerleri paylaşanlar aşağıdan yukarı; mezra, köy, mahalle, kasaba, ilçe, il, bölge, ülke adı altında yönetimler kurmuşlar. Küçükten büyüğe de her yönetim biriminin ayrı ayrı sınırları var. Sınır olmadan konumu tanımlayamıyoruz. Hele günümüz dünyasında konum bilgisi olmadan hareket edemiyoruz.

Televizyonlarda belgesel izlerken, hepimizin dikkatini çekmiştir; hayvanlar bile kendilerinin egemen olduğu bir bölge belirliyorlar. Sınırlara kendi kokusunu, izini bırakarak; “Bu bölge bana ait, kimse müdahil olmasın, saldırırım, zarar veririm” mesajı bırakıyorlar. Nitekim aslanlar, kendi bölgesine gelen başka bir aslana acımasızca saldırıyorlar. Yani başkasının iz bıraktığı, belirlediği alana girmek tehlikeli. Belirli aralıklarla kaybolan izin yerine tekrar iz bırakıyorlar, izler karışırsa hayvanlar arasında bile karmaşa kaos çıkıyor, yaralanmalar meydana geliyor.

Teşbihte hata olmasın ama insanlarda sahip oldukları mülkleri, alanları, sınırları ve en önemlisi vatanlarını korumak için her şeyi göze alırlar. Tarih de, bu perspektif de geçmişte yaşanılmış mücadeleleri, savaşları, yaşamları ve yaşanmışlıkları, olayları ve olayların bıraktığı izleri yazar. Tarih yazımında olayın kahramanları, olayın geçtiği mekânlar ve zamanı önemlidir. Yer ve mekân isimleri, mekânın sınırları, olayın bıraktığı objektif ve subjektif “izler” tarihin ana argümanlarıdır.

Asıl konumumuza gelirsek; Tarih stabil değildir, her geçen gün yaşananlar, olaylar; hadisenin içinde yer alanlar ve hadiseden olumlu veya olumsuz etkilenenler, zaman kavramıyla ve mekân adlarıyla kaydedilir. Tarihi olaylar birbirini takip eder, birbirine silsile olarak bağlıdır. Eğer zincir koparsa tarihi olayları anlayamayız ve tarihi hafızamızı kaybederiz. Onun için burada bir eleştiri yapmak istiyorum. Tarihin imbiğinden süzülerek gelen mekân ve yer isimlerini değiştirmeyi yanlış buluyorum. Değiştirdiğimiz o yer ismiyle yaşanmış birçok olay, izler tarihe not tutulmuştur. Yapılan bu isim değişikliği ile yıllar sonra gelen nesiller için tarihi anlamak zor olacaktır. Sadece tarih mi? Mülkiyet sınırları, tapu kaydı gibi geçmişte bırakılan kayıtlar, izler anlamsız hale gelecektir. Ülkemizde ve yaşadığımız şehirde adı değiştirilen yer ve mekân isimleri çok fazla. Bunlardan birisi de eskiden Urumdaş olan köyün isminin bugün Türktaş olması gibi. Hangi saik le değiştirilmiş olduğunu anlamak adına Urumdaş isminin nereden geldiğini irdelemekte fayda var. Konuyu tam manasıyla kavrayabilmek için Selçuklu hükümdarı Sultan Alaaddin’in Alaiye’yi fethine kadar gitmek gerekiyor.

1221 yılında Sultan Alaaddin Keykubat, Kalonoros’u kan dökmeden fetheder ve iki denizin (Karadeniz ve Akdeniz) Sultanı unvanını alır. Şehre kendi ismine izafeten Alaiye ismini verir ve şehri yeniden imar ettirir. Mahir ustaları Alaiye’ye getirerek, Alaiye Kalesi’nde yeniden inşa ve restore çalışmaları yaptırır. Karadeniz’den sonra Akdeniz’e de beş bölümlü bir tersane yaptırır. Alaiye Limanı’nın hemen yanı başına şehrin, o günden bugüne simgesi olan sekiz köşeli Kızılkuleyi inşa ettirir. O tarihlerde daha güvenli olması nedeniyle, halkın tamamı kale surlarının içerisinde ikame ediyor. Bugünkü Tophane ve Hisariçi Mahalleleri şehrin meskûn alanlarını oluşturuyor. Sultan Alaaddin Alaiye’yi çok seviyor. İklimine, doğal güzelliklerine ve şehrin stratejik özelliklerine hayran kalıyor ve Konya’yı yazlık, Alaiye’yi ise Selçukluların kışlık başkenti yapıyor. Şehrin hemen kuzeyinde Akdeniz’e paralel uzanan Toros Dağları ve ormanlarının yeşillikleri sultanın dikkatini çekiyor. Sadece Toroslar değil, sahile kadar Alaiye ormanlarla kaplıdır. Sultan Alaaddin’in en büyük hobisi avlanmaktır. Sultan avlanmayı çok sevmektedir. Bu vesile ile Alaiye’nin birçok mahalline av köşkleri yaptırıyor. Başlıca av köşkleri Şekerhane, Sugözü, Saraybeleni, Hacı Baba, Gülefşen, Hasbahçe, Buzağı Avlusu ve Demirtaş mevkilerinde yer alıyor. Şekerhane ismi av köşkünden ileri geliyor. Kelime anlam olarak incelendiğinde: Şikar; “Av” manasında, yani Şikar-hane; Av-hane demek oluyor. Şikarhane’nin okunuşu ve yazılışı zaman içinde değişim göstermiştir. Bugün ise “Şekerhane” olarak yazılıp okunmaktadır. Ayrıca bugün Alanya’nın merkez mahallelerinden birisinin de adıdır.

Ayrıca Sultan Alaaddin, yanında en güvendiği veziri Celaleddin Karatay olmak üzere Toroslarda da yeni avlaklar açıyor; Turnalıtas (Türbelinas), Gedevet (Gedavet: Akşam esen esinti) ve buralardan Türktaş’a kadar uzanan bölgelerde Sultan avlanıyor. Burada yaşayan ve yeni yerleştirilen yörükler de Sultan’a yardımcı oluyorlar. O dönem, bu bölgeye Gündoğmuş’a kadar Türkmenler yerleştiriliyor. Sultan Alaaddin tarafından Payallar yörükleri, Avsallar yörükleri, Tosmur yörükleri, Keşefli ve Beydili (Beyreli) Yörükleri Alaiye bölgesine yerleştiriliyor. Çiğil Türkmenlerini de getirip bu bölgeye yerleştiriyor ve yerleştirildikleri yere de Cikcilli adı veriliyor.

O dönemde Toroslar’da kaplan avı bile yapılmaktadır. Toros kaplanı ifadesi boşuna söylenmiş bir lafız değildir. Bu bölgede, ormanlık alanlarda bulunan iri ve yırtıcı bir hayvan olan kaplan ve aslanın yanı sıra vaşak gibi postu için avlanılan yabani hayvanlar vardır. Hatta 18. Yüzyılda Alaiye’ye gelen bir seyyah dağları resmederken Toros kaplanı resmi de çizmiştir. Osmanlı döneminde ise avcılardan avlak vergisi almak için devlet, “post-u Vaşak vergisi” adı altında nizamname çıkarmış ve avlanan her hayvanın postundan avlak vergisi almıştır.

Devamı yarın.