Dünya hayatında durağan olan hiç bir şey yoktur. Kendisi bile stabil olmayan, adına dünya denilen yerkürenin üzerinde sabit ve değişmeyen bir şeyler bulma arayışına girmek, beyhude bir çabadan ibarettir. Öyle bir sistem kurulmuş ki, üzerindeki her şey zaman içinde değişime uğruyor. Zaman kavramıyla ölçülen bu değişim süreci, istesen de istemesen de su misali akıp gidiyor.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya Türküsü” adlı şiirindeki ifadesiyle;

“…

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!” 

 


Üzerine 
ulvi görevler yüklenen ve diğer canlılara verilmeyen “akıl” nimetiyle şereflendirilen insanoğlu, dünya hayatında özgür bırakılmıştır. İyilik yapmak da, kötülük yapmak da onun kendi iradesindedir. Kısacık hayatında yaptıkları, geriye bıraktığı mirası olacaktır. Onunla anılacak, onunla şereflenecek veya onunla alçalacaktır. Miras sadece geriye bırakılan mal ve mülkten ibaret değildir.Asıl miras; insanlığın veya toplumun hayrına yapılan hizmetler ve iyiliklerdir ya da yaptığın kötülüklerdir. Yaptıklarınla elde ettiğin etiketler veya alnına yapıştırılan yaftalar sadece seninle gitmez. Senden sonraki nesillerine de miras olarak kalır. Onların da hayatına etki eder. Falancanın oğlu, kızı, torunu gibi ifadeler gelecek nesillerinin kaderini tayin eder. Ya hayatlarını kurtarır, feraha erdirir ya da tam tersine karanlığın içindeki dehlizlere sürükler ve içinden çıkılmaz yollara düşürür. Onun için geride kalanlara bırakılan miras önemlidir. Bunun bilinciyle hareket etmek icap eder.

Bırakılan bu manevi miras, sadece kişinin mirasçılarını da etkilemez. Yaşadığı şehrin tarihini, geleceğini ve insanlarını da etkiler. Tarih okuyan gelecek nesiller, insanlığa ve topluma faydalı olmuş, hizmet etmiş kişilerin yetiştiği kente sempati duyarlar. Topluma zarar veren şahısları okuduğu zaman da, onların yetiştiği şehre de nefret duyguları ile bakarlar. Bu kaçınılmazdır. Dolayısıyla ortak değerlerimiz olan, manevi mirası üreten insanlar (filozoflar, düşünürler, ilim-kültür-sanat insanları) bizim insan hazinemizdir. Onun için gelecek nesillerimize rol model olacak, insanlığa ve memleketimize hizmet etmiş “İnsan hazinemiz” olan kentimizin değerlerini bilmekte ve tanımakta fayda var. Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi, geçmişini ve tarihini bilen, manevi değerlerine sahip çıkan kişiler olarak yetiştirmek gibi asli bir görevimizin olduğunu da bilmemiz gerekiyor.

Nice hayırsız evlatlar vardır ki, bir gecede kendisine bırakılan mirası yok etmişlerdir. Haydi gelin bir gecede değil, binlerce gecede yok olmayacak gerçek bir miras bırakan Alanya’nın bir değerini ve evladının portresini açığa çıkaralım.

Dönem, Sultan Abdülhamit Han dönemi. Ulus ve milliyetçilik akımlarının arttığı, büyük imparatorlukların tarih sahnesinden silindiği devirler. Emperyalistlerin Osmanlıyı hasta adam olarak niteledikleri ve topraklarını paylaşmak için kıyasıya yarıştıkları yıllar. Ancak Sultan Hamit’in zekâsı ve denge politikası ile imparatorluğun ömrü beklenilenden daha uzun olur. İmparatorluklar döneminin sona ermesiyle, Osmanlının da yıkılması kaçınılmazdı fakat İttihat ve Terakki Cemiyetinin izlediği politika, ne yazık ki millete çok acılar yaşatır ve imparatorluğun sonunu da daha hızlı getirir.

Abdülhamit Han, payitahtta kaldığı dönem içinde yaptığı yatırımlarla; açtığı eğitim kurumları ile demir yolları, ulaşım ağları ile, darülaceze ve hayır kurumları ile Millet adına büyük yatırımlar yapar. Onun dönemindeki gençlik bu yatırımlar sayesinde iyi eğitimler alarak yetişirler. İmparatorluğun yıkılışından sonra da inisiyatif alan o genç subaylar ve genç nesiller Türk Milleti’yle beraber Mustafa Kemal Paşa liderliğinde “Ya İstiklal Ya ölüm” diyerek yokluklar içerisinde, yıkılan devletin küllerinden yeni bir devleti, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmayı başarırlar.

Milliyetçilik akımlarının yoğun olduğu, Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan 93 Harbi sonrası yaraların sarıldığı yıllarda, daha önceden Kıbrıs’tan Osmanlının liman şehri Alaiye’ye göç etmiş olan, sonra “Ganiler Sülalesi” olarak anılan ailenin oğlu Gani Efendi, yine aynı sülaleden Gülpesenk Hanım (Dr. Hüseyin Kan’ın babasının halası) ile 1880’li yılların başlarında evlenirler.
 

1884 yılında ilk evlatlarının doğumu ile sevinirler. İlk çocuklarına Mehmet Şevket adını veren ailenin, daha sonra Nadir, Nadide, Naciye ve Nefise adlarında 4 evlatları daha olur. Baba Gani Efendi, ekonomik durumu çok iyi olmasa da çocuklarının eğitim almasını, iyi yetişmesini, vatana ve millete hizmet edecek hayırlı evlatlar olmasını ister. Eğitim konusunda ne yapılabilir diye çevresiyle hep istişare halinde olur. Mehmet Şevket’in hızla büyüdüğü, eğitim çağına geldiği yıllarda, Alaiye’de hiçbir eğitim kurumu da yoktur. İlk eğitim kurumu olan Hayate Hanım İlkokulu ise 1891 yılında inşa edilerek eğitim faaliyetine başlar.

-Devamı yarın