Saygı değer dostlar.
Sanırım çoğunuz beni yakından tanıyordur!
Tabii ki tanımayanınız da oldukça fazladır.
Demem o ki.
Ben ilahiyatçı değilim.
Ama.
İlahiyatçı olmadığım halde uzun yıllar boyu dogmatik temele dayalı dinselliğe oldukça derinlemesine dalmış gibiyim!
Dalmışım derken.
Tabii ki derinliğine değil.
Yıllarca.
Bir taraftan gazeteci olmam, diğer taraftan siyasetle uğraşmam ve bu konuda yazılar yazmam nedeniyle.
En az 60 yıldır bütün dinleri ayrıntılarıyla incelemeye ve bazı temel öğretilerini anlamaya çalıştığım gibi, bu dinlerin hangi tarihi süreç içinde ve hangi coğrafyada gündeme geldiğini de öğrenme gayreti içinde oldum.
Sanırım epeyce çok okuduğumu sanıyorum.
Özellikle de okuma alışkanlığımızın olmadığı bizim toplumumuza göre, en azından, çok yönlü bilgi edinmek için, onlardan yani okumayı sevmeyenlerden ya da okumaya vakit bulamadıklarını söyleyenlerden çok okuduğumu rahatlıkla iddia edebilirim!
Bugün ise, akşam olunca sabah yediğimi bile hatırlamakta zorlanıyorum!
Ben yalanı dolanı,
Özellikle de.
Hamaseti hiç mi hiç sevmem.
Yani, 
Dindar olmadığı halde dindarmış gibi görünmeye çalışanlara, sürekli dinden, kitaptan söz edenlere gıcık olurum.
Vatan ve milletle hiç ilgileri olmadığı halde kahramanlığa soyunanlardansa hiç hoşlanmamışımdır.
Yani,
Palavracılardan nefret ederim.
Hele hele, 
Özel günler hariç, sürekli balkonlarda ya da pencerelerde bayrak sallandıranlara deli divane oluyorum.
Bayrağımızı araçların kapılarına sıkıştırıp konvoy yapan ya da sürekli resmini aksesuar gibi kullananlara da kızıyorum.
Bayraklar solmuş, eskimiş, çullanmış, kirlenmiş öylece sallandırıp duruyorlar balkonlarda.
Bir Allah’ın kulu da müdahale etmiyor.
Bu konuda bir anımı anlatacağım.
Bildiğiniz gibi, 
İstanbul’da 1955 yılındaki 6-7 Eylül olaylarını 14 yaşında birebir yaşayanlardanım.
Bu rezil olayı hiç unutmuyorum ve de bugün için utanıyorum.
Ama o gün, bizim mahallede, “Yunan ordusu Edirnekapı’ya geldi” deniyordu.
Başka semtlerde de başka yalanlar uydurularak millet galeyana getirilmiş! 
Ne ise,
Asıl anlatmak istediğim şu.
O gün ve sonrasında İstanbul genelinde bütün azınlıklar, Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si evlerini ve dükkanlarını Türk bayraklarıyla donatmışlardı.
İşte o tarihten beri, bayrak asma konusunda biraz çekingen davrandığımı itiraf etmeliyim.
Yani,
Kendi kendime soruyorum.
Özel günler haricinde, bir Türk olarak, Türklüğümü kanıtlamak için sürekli bayrak mı asmalıyım diyorum!
Aslında anlatmak istediğim din konusuydu bakın nerelere daldık!
Adamlar camileri soyuyorlar.
Camide cemaatin ayakkabılarını çalıyorlar.
Bu hırsızlara sorun dinle aran nasıl diye.
Sümme haşa.
“Ben Müslümanım” derler.
Sıradan vatandaşı bırakın.
İlahiyatçı olmadıkları halde.
Din adamı gibi televizyonda dinsel açıklama yapan bazı beyinler, “Mahrem” ile “Namahrem”  arasındaki farkı bile bilmeden ahkam kesiyorlar.
Adam soruyor: “Bu yapılan haram mı?” diye.
Adam haram olan şeye namahrem diyor.
Bunu da din adına söylüyor.
Kader konusu ise bir felaket.
Anlı şanlı çoğu din adamımız bile,
“Kader bu. Alnımıza yazılmış bu değişmez” deyip işin içinden çıkıyorlar. 
Olaya onların bakış açısından bakarsak, her başımıza geleni Allah yazdıysa, o zaman, biz Allah’ın emrini yerine getiriyor olmuyor muyuz?
O zaman, işle cinayeti sonra da “Allah alnıma böyle yazmış, ben de alnıma yazılanı yerine getirdim” de kurtul!
Aslında bunu böyle kabul eden bir mezhep ya da tarikatın olduğunu da bir yerlerden okuduğumu hatırlıyorum!
Ne ise!
                              -DEVAMI SALI GÜNÜ-