Biz çocukken çocuk olmak başka türlü bir şeydi.Zeytinlik bahçesinde bir oraya bir buraya koşar dururduk, ağaç tepesinden inmezdik.Zeytinlik bahçesi benim ve mahallenin kaynaşma merkeziydi, akşamları ateş yakar etrafına topalnıp sohbet, gitar sesleri hala kulaklarımda. Ah ne güzel günlerdi… Mahalle demek, herkesin birbirini tanıması demek. Herkesin birbirini tanıdığı bir yerde ise başımızda bir büyüğün beklemesi gerekmezdi... Tanışıklık temelli bir güven zincirinin içinde özgürdük…
Bisiklete biner, solucan toplar, birbirimizi kovalardık. Ne annelerimiz bizle kaliteli zaman geçirmeye çalışırdı ne de biz bunun eksikliğini hissederdik. O zamanlar ne bizim kaliteli zaman diye bir talebimiz vardı ne de evin her işini tek başına yapan annelerin böyle bir şeyi arz edecek hali... Bize özel olarak ayrılan zamanda hafta sonu sabahları çocuk tiyatrosuna giderdik… Onun dışında babalar işte, anneler mutfakta, çocuklar da sokakta olurlardı… Bizim çocuklar sokakta oynayamıyor. 
Çocuklar kendi aralarında kavga ederlerse ayrılır ve ikisinin poposuna nazik birer şaplak atılıp "Kardeş kardeş oynayın" demek suretiyle barış sağlanırdı. Şimdi öncelikle kendi aralarında çözmeleri için uzun uzun bekliyor; göz oyma safhasına gelinmişse “Evet, seninle oyuncağını paylaşmadığı için ona öfkelendin” diyoruz…
Fırtınadan korkan çocuğa o zamanlar “Gökyüzünde bulutlar savaşıyor” denirken şimdilerde “Şimşek gerçekten çok sesliydi ve seni çok şaşırttı” diyoruz…
Böyle diyoruz ama bize hiç böyle denmediği için biraz sakil duruyor üzerimizde… “Boş ver ağlama” dememek için, popoya şaplakla barışa varmamak için, bulutlar savaşıyor dememek için kendimizle mücadele ediyoruz…
Biz çocukken, “özel okul” pek tanınan bir kavram değildi… Çocuklar okula başlayacaksa bir yerlerden iyi bir öğretmen ismi bulunurdu önce. Onun okulunun bulunduğu semte ikamet aldırmak üzere tanıdıklar aranır taranır, işlem tamam olunca çocuklar o en süper öğretmenin sınıfında 80 kişi x 5 sene şeklinde dahil olurduk eğitim ordusuna. O zamanlar çocukların “mutlu, özgüvenli, lider” filan olmasına değil notlarının 5 pekiyi olmasına; ne pahasına olursa olsun Anadolu Lisesi veya Kolej Sınavlarını kazanmasına kıymet verilirdi. Öyle ki bu yolda (80 kişilik sınıfta öğrenemediği konuları) öğretsin diye sınıf öğretmenini özel öğretmen olarak tutanlar da az değildi. Bunun sonucunda bazıları öğretmenlerinden duydukları tehditler sayesinde asla matematik öğrenemediler (“Bu problemi yapamazsan kafanı kapıya sıkıştırırım”)… Ve bu tehditlerle büyüyen nesil kendi çocuklarının eğitim hayatı için şöyle söyler oldu: “Mutlu olsun da ne olursa olsun” ya da “Okuldan beklentim çocuğumda var olan özellikleri törpülememesi…” Bu değişimde ne kadar okul okursa okusun, istediği işi ancak doğru kişiyi tanıyorsa bulabilen örneklere sık sık şahit oluşumuzun da etkisi oldu…
Legolar,diyeceksin ki bunun konuyla ne ilgisi var… Çok, hem de çok ilgisi var… Biz çocukken bir kutu dolusu legoyu yere serer “İnce üçlü lazım, kalın tekli lazım” diye arayarak eve benzemeyen evler, köprüye benzemeyen köprüler, adama benzemeyen adamlar yapardık. O zamanlar hem pahalı, hem de her yerde bulunmayan bir oyuncak olduğu için bir çocuğun Legolarıyla bütün çocuklar oynardı. Yapabildiklerimiz hayal gücümüz ve el becerimizle doğru orantılıydı…

Şimdiki Legolar ise kullanma kılavuzuyla geliyorlar. Her kutunun bir teması var. Bu temaların çoğu o sıralarda popüler olan çizgi filmlerle bağlantılı. Temaların da modası, demodesi var. Doğru yapabilmek için anne-babadan yardım gerekiyor. Yani artık çocuklar bu oyuncaklarla yaratıcılıklarını kullanmayı değil talimatları uygulamayı öğreniyorlar…
Legonun doğrusu yanlışı olmamalı diye düşündüğüm için Nisa’ya hiç Lego almadım. Arada hediye gelenler filan olunca çözümü şöyle buldum: Kullanma talimatlarını ve temaya dair ne varsa atarak, parçaları bir kutuda karıştırdım. Ortaya çıkan sonucu çok beğendim… Arabaya benzemeyen arabalar, gemiye benzemeyen gemiler yaptı Nisa ve hepsine ait birer de hikaye yazdı…
Ben Lego'nun kullanma kılavuzlarını attım ya; işte böylece bağlandı kızımla çocukluklarımız birbirine… Bütün farklar geride kaldı…