Fena halde bir bir bağ bozumu yaşıyor şimdilerde ülke...Yazandan çizen den konuşandan, bağırandan, vatan kurtarandan, vatan batıyor diyenden, ben buradayım, ben yazarım, ben gazeteciyim, ben her şeyi bilirim diyenden geçilmiyor ortalık...Siyaseti en iyi kendilerinin bildiğini sanan dan "dini de öyle" kendini gazeteci sanan, yazar sanan adamlardan kadınlardan geçilmiyor...Ve nedense en çok barları, içkili sofraları, ve zengin sofraları seviyorlar bu arkadaşlar...Ama yazarlar işte, ama özgür düşünürler kendi söylediklerine göre, ama kalemleri doğru yazar, kendi dediklerine göre...Nasıl ama savunma?...Sahi öylemi?

Konuşuyorlar, yazıyorlar hava atıyorlar, ben buradayım diyorlar, bu kürsü bu minber benim diyorlar, bu köşe benim köşem filan diyorlar çoğu zaman, kimi kalabalık yerlerde...Ama bilmek diye, düşünmek diye, sorumluluk taşımak diye, bir derdi yok çoğunun...Fena hava atanlar var şehir ahalisine, fena akıl vermeye çalışanlar var ülke ahalisine...Fena entel takılmaya alışmaya çalışanlar, daha çok bir birine benzeyen adamlar, bir birine benzeyen kadınlar....

Anlata, anlata bitiremiyorlar hayır demenin faziletini, veya evet demenin... Her birinin bir yerler de, eli varmış istihbarat kendilerine çalışıyormuş gibi yaparlar... Oysa şehir ahalisi şahittir ki"hiç bir kederleri yok" ülkenin geleceği konusunda, veya şehirlerin nasıl inşa edilmesi konusunda, zira arkadaşların en çok sevdikleri kişilerdir şehirleri cehenneme çeviren müteahhit denen yağmacılar...Bir çok yağmacı ile kol, kola olmayı, aynı sofraya oturmayı "iş edinen" kişiler ile dolu gazete köşeleri kendilerini yazar sanan...

Umurlarında değil insanın kaybolan değeri, şehrin kaybolan ahlakı, ve kaybolan tarih... Ama yazarlar, ama gazeteciler, ama köşeleri var, ama havaları var, ama onlar gazeteci, ve şehir, şehrin efendileri onlardan sorulur... Ne dersiniz yanlış şeyler mi, denen?

Hani diyoruz ya, herkes her şeyi biliyor, şimdi yazar olmak da, yazarım demek de, böyle işte... Kendilerince her şeyi biliyorlar, televizyonlarda ahkam kesiyorlar, siyasilere akıl veriyorlar...

Kendilerine itibar istiyorlar hürmet bekliyorlar ahaliden, şehir onları konuşsun istiyorlar... Ama kendileriyle hesaplaşmak, kendileri ile yüzleşmek, işlerine gelmiyor "biz ne söz ettik, nasıl söz ettik, şehir ahalisi için ne dedik" demiyor çoğu... Sahi biz ne biliyoruz da, demek akıllarına düşmüyor... Çünkü kendilerini bilge sanıyorlar, kendilerini her şeyden anlar sanıyorlar...Dinden söz ettikleri zamanlar bile oluyor, kimisi liberal kimisi kemalist, kimisi şeriatçı görünüyorlar "kitap böyle diyor, Peygamber böyle buyurdu" diyenler diyenler bile var içlerinde...Sonra Mustafa Kemalin okuduğu nutuktan nakil yapanlar...

Konuşmaktan daha çok vebali vardır yazmanın... Konuşur sözü sokağa bırakırsın, almak isteyen alır, duymak isteyen duyar, amel etmek isteyen değer verir...Ama daha ötesi söz kaybolur gider, ara sokaklarda dağılır gider konuşulan söz, ve ya camilerin duvarları arasında, gazete binalarında, kahvehanelerde...Ama yazı, yazı öyle değil...Yazı gözüne girer insanın, ellerine yapışır, kalbine işler...Nasılsa öyle, ne söylenmişse öyle alır, öyle okurlar başka insanlar yazıyı...

Varsın alınsın birileri... Yazmak bir vebal taşır ülkenin geleceği için, şehrin geleceği için, ahlakın ve insan onurunun geleceği için...Yazarım demekle "yazar olunmaz" diye ondan denir, yazının namusunu korumak gerek yazıyorsan, sözün namusunu korumak gerek, korumak gerek kalemin namusunu, yazıyorum diyorsa biri...Ve insanın, çocukların şehrin, toprağın ağaçların kuşların yaşam hakkını korumak gerek, namusunu korumak gerek yazının sözün yazarken...

Öyle her şeyi biliyorum demekle, biliyor olmaz insan...Ertuğrul Özkök de bir yazar, bir gazeteci kimilerinin yanında...Hem de, bu ülkenin en büyük gazetesi Hürriyet gazetesinin başında yıllarca kalan adam, ve her daim yazan...Ama ne yazdığı yazıdan, ne söylediği sözden hayır gelmiştir bu ülkeye, bu ahaliye, ahalinin değerlerine ama gazetecidir, ama yazardır sözde...

Öyle eline kalemi kağıdı almakla yazar olunmuyor, keşke kimileri bunun böyle olduğunu bilmek isteselerdi...Bunun bir bedeli olduğunu, bir sorumluluğu olduğunu "doğru sözler edilmezse" ahaliye, ve şehre bir ihanet olduğunu bilselerdi...

Yazılan her yazının, söylenen her sözün "bir yerlere gittiğini" ve vardığı yerde kendince bir renge büründüğünü bilselerdi...Bilselerdi her renk uygun değildir bu ülkeye...Bu ülke ahalisi kırmızı renk deyince soysuz kimseleri hatırladılar hep...

Canını acıtıyorlar gerçeklerin...Şehirlerin ve hakikatin canını acıtıyorlar...Yorgun adamların, yorgun kadınların, çocukların, ve sokakların kalbine bıçak atıyorlar da, bilmek istemiyorlar...

Çünkü benciller, çünkü fena halde kendilerini önemsiyorlar...Ne şiirden anlıyorlar aslında, ne aşktan, ne de dilinden anlıyorlar bu toprakların...

Ne kitabın dilinden, ne Peygamberlerin dilinden anlıyorlar...Hep kendilerini önemsemek istiyorlar...Kendileri aransın sorulsun, kendilerine akıl danışılsın istiyorlar...

Ne camimin dilinden anlıyorlar, ne ahalinin, ne dağların...

Ama yazarlar...Ama gazeteciler...Ama anlıyorlar karanlığın dilinden...En çok bulutlu havaları seviyorlar...

Kavga zamanlarını, savaş günlerini... Ve aşk dedikodularını varsıl adamların...

Bu günde böyle olsun istedik...