Canı sıkıldı bu duruma. Hâlâ elinde telefonla oturduğu bej koltuktan boş boş duvara bakıyordu. Beyninde binlerce düşünce ve sakinleştirmeye çalıştığı o karanlık ruhuyla...
Ayağa kalkıp köşeye doğru gitti ve aniden çayın altını açmayı unuttuğunu fark etti. Birden derin bir nefes alıp şöyle dedi, ‘aklım nerede benim?’ Bunun böyle olmaması gerekiyordu, haklı olduğunu bildiği halde sırf ağzından çıkan sözlere dikkat etmediği için haksız duruma düşmüştü. Pencereden dışarı baktı uzun uzun... Yaşanan bu tatsızlık eline batan bir diken gibi rahatsız ediyordu onu. Küçücük ama düşünmeden geçirilen bir saniye bile olmaksızın. Gökyüzünde kanatlanan, ahenkle şarkı söyleyen kuşlar, esen meltemle kıpırdanan yapraklar, henüz tomurcuk ama rengarenk bir şölen sunacağını haber veren dallar, koşuşturan bir sürü canlı ve insanın içine tebessüm konduran o parlak güneş...
Bir tuşla ona ulaşıp özür dilemeyi düşündü. ‘Akşama çok güzel bir yer ayarlarım, oturur konuşuruz’ demeyi...
Yok, bu iş böyle olmayacaktı. Bir yanda haklılık duygusu öbür yanda hasara sebep olduğu kırgınlık duygusu. Savaşı büyüktü.
Aklının her zerresi içindeki çatışmadan yorulmuştu. Odanın içinde biraz daha dolanıp etrafa göz gezdirmeye devam etti.
Bilmiyordu... Biraz daha düşünmeliydi.
Bunun yerine mutfağa yönelip ‘ben en iyisi çaya bir bakayım’ dedi...