Bir sabah ağrılar içinde uyandım. Vücudumun her yanı kırık, dökük. Boğazımda yanmalar, ara sıra gelen öksürük nöbetleri... Nefes almada zorlanıyorum. Kendimi üzerine polisin sıktığı biber gazının etkisinde kalmış çapulcu gibi hissediyorum. "Akşam içtiğim buzlu rakı boğazımdaki yanmaların nedeni olabilir mi?" diyorum. Ama birader, sen bugün içmiyorsun ki? Kışın bile buzlu rakıyı tercih eden bir adamsın. Ateş bu ara 40 dereceye doğru yaklaştı. Kerem, Aslı'nın, Ferhat, Şirin'in ateşinden yanarken ben kendi ateşimde yanarak kül olacağım galiba. 

Uzatmayalım, biz Başkent Hastanesi acil kapısından giriş yaptık. Testler yapıldı. Sonuç pozitif. Akciğer MR çekildi. Ciğerler sağlam. Korona ciğerlere sıçramamış. Tedbir amaçlı yoğun bakıma aldılar. Çok yoğun bakım odalarında kaldım. Yoğun bakım odalarını tanırım. Ama Korona için ayrılan yoğun bakım odası bir farklı oluyor. Yoğun bakım odasına girişte ilk gözüme çarpan dikdörtgen şeklinde bir oda ve bu odada yan yana sıralanmış 8 yatak ve bu yatakta yatan 70 yaşın üzerinde 8 insan. Çoğunun avurtları çökmüş, gözler göz çukurlarının içine kaçmış. Sonradan öğrendim. Çoğu Korona olmanın yanı sıra Alzheimer hastası. Yemeklerini hasta bakıcılar yediriyor. İlaçlarını hemşireler içiriyor. Sanki yeniden çocukluklarını yaşıyorlar gibi geldi bana.

Koronalı hastaların olduğu yoğun bakım ünitesine ziyaretçi almıyorlar. Bazı hasta yakınları uzaktan gelmişse kıramayıp ziyaretçiye koruyucu Korona elbisesi giydirerek hasta ile görüşmesi sağlanıyor. "Baba ben oğlun, tanımadın mı?" Ses yok. Daha sonra oğul cep telefonuna kayıtlı torunun resmini gösteriyor. Dedenin gözündeki sönüklük bir ışıltıya evriliyor. Hemencecik orada yoğun bakım odasında dede torun arasındaki ilişki, sevgi canlanıp harekete geçiyor. Oğul, "Bak baba, iyileşeceksin. Yine torununla beraber oynayacaksın." O ihtiyar bedende duyduğu bu sözler karşısında beklenmedik bir hareketlilik göze çarpıyor. Ve gözlerde biriken iki damla yaş...

Bu Korona hastaları için ayrılan odanın pencereleri yok. En önemlisi tuvalet yok. Sebebini sordum. "Sağlık Bakanlığı öyle istiyor" dediler. Hastalar idrarlarını verilen ördeğe (tuvalet yapılan kap. Şekil olarak ördeğe benzediği için bu isimle adlandırılıyor) yapmak zorunda. Hareket edecek durumda olmayan hastalara sonunda takılıyor. Tuvalet olmadığı için ayrım yapılmadan tüm hastaların altına hazır bez bağlanıyor. Ben yoğun bakımda kaldığım 3 gün süresince toplamda ördeğe 15 litre sidik boşalttım. Her yaptığım idrar sonrası çetele tutuluyor. 300, 500 cc gibi. Çıkışta sordum. "15 litre idrarı bıraktın gidiyorsun" dediler. Yoğun bakımda kaldığım 3 gün boyunca altıma bağlanan beze dışkılama yapamadım. Psikolojik olsa gerek. Eve gelince, "Seni içimden atmak öyle zor, öyle zor ki" şarkısı eşliğinde kabızlıktan kurtuldum. Zeki Müren toprağın bol olsun. 

Doktorlarımızı, hemşirelerimizi, hasta bakıcılarımızı yürekten kutluyorum. Hepsi de elleri öpülesi insanlar. Kalp krizi geçiren bir hastanın tekrar hayata döndürülmesi için ekip halinde verdikleri mücadeleye tanıklık ettim. Hastanın yeniden hayata döndürülmesi sonrası sağlık personelinin kendi aralarında yaşadığı sevinci görmenizi isterdim. 

Bu ara yoğun bakım odasında Zülfi Livaneli, son romanı İkinci Abdülhamid'i anlatan 'KAPLANIN SIRTINDA' kitabını okudum. Gerçekten ilgi çekici. 33 yıl ülkeyi istibdat ile yöneten bir padişahın iktidardan düşürüldükten sonra Selanik'te geçen sürgün yılları... İlginç, Livaneli'nin kaleminden tavsiye ederim. İlgimi çeken bazı bölümleri gelecek köşe yazılarımda sizinle paylaşmak isterim. 

"Her şerde bir hayır vardır" derler. Ben Korona olmasaydım, yoğun bakım odasında yaşadıklarımı yaşama imkanım olmayacaktı. Orada gördüğüm insan manzaralarından sonra hayata bakış açım değişti. Yaşama daha pozitif bakar oldum. Keşke hepimiz "Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" düsturu ile hareket edebilsek. 

Sağlıkla geçireceğiniz mutlu günleriniz olsun.