Hacı amca bir taraftan Yusuf Beye sorular sorar, diğer taraftan da anlatmaya devam eder.

-“Bu küçükler benim torunlarım. Beraber yaylaları geziyoruz. Arabayı süren de oğlum. Dedim ki oğluma, şu bizim yaylaları bir gezip görelim, yaşlandık, hayat su gibi akıp geçiyor, dünya gözüyle belki bir daha göremeyiz dedim. Sağ olsun torunlarla beraber çocukluğumuzun geçtiği yaylaları görerek hasret gideriyoruz” der ve konuşmaya devam eder.

-“Kuruca Mezarlığı’nda birileri duvar yapıyorlar, mezarlığın etrafını çeviriyorlar. Evladım kim yaptırıyor acaba bu hizmeti.”

-“Hacı amca hayrı uçmasın biz yaptırıyoruz. Maalesef çobanlar dikkat etmiyor, sürüleri mezarların üzerine bırakıveriyorlar. Bundan rahatsız olduk, bir kardeşimle beraber mezarlığın etrafını çevirtiyoruz.”

-“Evladım, Allah sizlerden razı olsun, çok iyi ediyorsunuz. O mezarlıkta şehitlerin olduğunu biliyor musunuz?”

-“Hayır hacı amca, bilmiyoruz. Eğer öyle bir şey varsa, yaptırdığımız bu işten dolayı çok mutlu oluruz.”

Hacı amca anlatmaya başlar;

-“Bak evladım, eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Alanya Limanı’na gemilerle gelen devletin topladığı vergiler ve mallar develere yükletilirmiş. Alanya-Güzelbağ-Kemer Köprü- Gündoğmuş-Gelesandra-Söbüçimen üzerinden geçip Susam Beli’ni aşarak Bozkır’dan Konya Eyaleti’ne ve oradan tarihi ipek yolu üzerinden Kayseri Eyaleti’ne kadar askerler nezaretinde götürürlermiş. Osmanlı zamanında, yine bu kervanlardan biri Kayseri’ye kadar yükleri iletir. Dönüş yolunda da Kayseri ve Konya’da hazırlanan ve Alanya Limanı’na gönderilen mallar (Buğday ve bilumum bakliyat) develere yüklenir, aynı kervan yolunu kullanarak geri dönerler. Kervan iki katar olarak birisi önde diğeri arkada olmak üzere hareket ederler. Vakit Kasım ayının ortasıdır. Ancak Toroslar’da yıl yılı tutmaz, bazen karakış erken gelir. Kader ağlarını örmüşse yapacak bir şeyin de olmaz evladım. Önden giden katar Susam Beli’ne yaklaşınca hava muhalefeti başlar. Hava iyice soğur rüzgar şiddetini artırır fırtınaya dönüşür. Susam Belini kış kıyamet, zor şartlar altında aşarlar ama kar da yağmaya başlar. Öndeki kervanın sorumlusu komutan; “İnşallah arkadaki kervan/katar gelmez, geride bir kasaba veya köyde havanın düzelmesini beklerler, yoksa durum çok tehlikeli” diyerek temennilerini de söyler. Bu olay 1520’li yıllarda olmuş evladım. O tarihlerde bir haberleşme aracı da yok, geriden gelen kervana gelmeyin deme şansın da yok. Fakat arkadaki kervan da maalesef yoluna devam eder. Kar iyice şiddetini arttırır. Susam Beli’ne gelirler, belde 40 cm kar varmış, ha gayret derler, beli aşarlar. Zor yeri atlattık, artık işimiz biraz daha kolaylaştı derler. Fakat kar yağışı dur durak bilmez, devam eder. Eğimli yoldan biraz aşağıya doğru inerler. Ancak kar 80 cm olunca, kervandaki develer hareket etmez, sabit bir şekilde kalakalırlar. Zaten kervan yolu hattının da nereden geçtiği anlaşılamaz. Kervanın başındaki askerler de, biraz bekleyelim, kar yağışı durur, hava düzelir gideriz diye düşünürler ve kendi aralarında konuşup beklemeye karar verirler. Sorumluluk duygusu ile, kervanı, develeri bırakıp gitmezler. Okçular Tepesini terk etmeyen okçuları kendilerine rehber edinirler” diyen hacı amca, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V), Uhud Savaşı’na da atıf ta bulunmayı ihmal etmez. Hacı amca bir taraftan, Yusuf Ergin’e bu hazin olayı anlatır, diğer taraftan da hüngür hüngür ağlar ve gözyaşları sakallarından akarken konuşmasına devam eder;

“Alanya’ya gelen öndeki kervanda yer alan mürettebat, arkadan gelen kervanın durumu hakkında bilgi alamazlar. Acaba bir yerleşim yerinde kaldılar mı, yoksa yola devam edip başlarına bir şey mi geldi diye merak ederler. Alanya’ya gelmelerinin üzerinden bir hafta geçmiştir. Kasım ayının sonunda, atlı bir ekip kervan yoluna bakmaya giderler. Kuruca Mevkiine varırlar. İlerisi bembeyaz kardır. Atları Kuruca Mevkiine bağlarlar. Yaya olarak tepeye doğru yürürler ama her taraf karla kaplanmıştır. Her hangi bir ize rastlamazlar. İnşallah buralara gelmemişlerdir temennisiyle geriye dönerler. Alanya’daki kervan sorumluları, diğer kervandan İlkbahar Mayıs ayına kadar bir haber alamazlar. Tüm Alanya onları konuşur. “Öldüler mi, hayattalar mı?” Soruları kış boyunca konuşulur. Mayıs ayının ortasında atlı bir birlik Alanya’dan tekrar yola çıkar. Karlar büyük oranda erimiştir. Gelesandra-Kuruca’yı geçip, tepeye doğru tırmanırlar. Tırmanırlar ama, gördükleri manzara karşısında adeta donakalırlar. Hepsinin nutku tutulur. Yere çökerler başlarını ellerinin arasına alırlar ve sessiz bir şekilde gözyaşlarına boğulurlar. Kervanın Susam Beli’ni aşıp biraz aşağıya inmiş olduğunu görürler fakat ağır hava şartlarının ve tipinin etkisiyle, develerin hareketsiz kaldığını, bazılarının ayakta, bazılarının ise çöker vaziyette donakaldıklarını görürler. En acısı da develeri bırakmayan askerlerin, develerin yanı başında şehit düşmeleri olur. Kervanda 40 devenin olduğu ve her deve için bir asker görevlendirildiği söylenir.Bu hazin olayda, 40 Osmanlı askerinin şehit olduğu rivayet edilir. Gözyaşları sel olur akar, sadece dışa akmaz gözyaşları, içten içe öyle akar ki, sanki ciğerleri köz eder, yakar da yakar. Allah, kimseyi bu durumlara düşürmesin, böyle acılar yaşatmasın evladım” der ama amcanın da gözyaşları sel olup yanaklarından ve sakallarından aşağıya doğru akar. (Devamı Yarın)