Hani şair diyor ya, ‘Kalbe dolan o ilk bakış unutulmaz, unutulmaz; sevda ile ilk uyanış unutulmaz, unutulmaz.’ Aynen öyle nasıl bir duygu bu onu düşünmeden bir anım bile geçmiyor. Ama dağ dağa küsmüş, dağın haberi yok. Şimdiki gençler ne şanslı. Görüntülü telefon var, bilgisayar var, sosyal medya var. Sevdiğinin cemalini her istediği anda görebiliyorlar. Oysa o dönemde evlerde bile telefon yok neredeyse. Sadece mektup var. Mektup yazsan ne olacak? Ya yırtıp atarsa? Ya büyüklerine söylerse? İşin içinde mahalleye rezil olmakta var. Kaç mektup yazıp sonra yırttığımın sayısını hatırlamıyorum. Ama derdimi açmanın bir çaresi olmalı. Ama nafile yok gizli aşk bu derdimi kimseye açamıyorum. Ve o şarkıyı dinliyorum. “Gizli aşk bu söyleyemem derdimi. Kimseye, zevke veda, neşeye de veda, artık her şeye.”
“En güzel aşk zor olandır” derler ya. Hani zor iş benimkisi olmayacak iş. Olmayanı oldurmak imkansızı istemek iki atla mat yapmak kadar. Bir tatlı bakış bir gülümseme yetiyor da artıyor bana.
Acaba onun da bana ilgisi var mı? Davranışlardan  sonuç çıkarmaya çalışıyorum. Ama ya reddederse dünya başıma yıkılır sanıyorum. Sanki dünya onun etrafında dönüyor. Ondan başka bir şey düşünemiyorum. Gene  o zamanların moda  şarkısı ‘’Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli’’ şarkılarla yaşıyorum artık. Ders, okul, sınav, sınıf geçme, her şey hak getire. Varsa yoksa karşılıksız sevgim. Babamın bir sözü aklımdan çıkmıyor: “Seven insan sevdiğinin mutlu olmasını ister.’’ O mutluluğun kiminle olduğunun önemi yoktur. Öyle ya karşılık beklersen o çıkar ilişkisi olur. Karşılık beklemeden sevmek gerek. Gerçek aşk bu olmalı. Ama istiyorsun ki o da seni karşılıksız sevsin ama olmuyor işte mahalle baskısı. Sevdanı gizlemek zorundasın. Belki o da benden hoşlanıyor. Bilmiyorum ki, soramıyorum ki.
Ama beni tanımıyor ki. Sadece tesadüf ettirdiğim karşılaşmalarla tek kelime etmeden benden mi hoşlanacak? Belki de benden nefret ediyor çok tesadüfler yarattığım için. Yok gerçeği bilmemek en iyisi bana. Yüzünü görsem, o tebessüm edişini görsem yeterli.  Şakılar dinliyorum. “Gülünce gözlerinin içi gülüyor, bilmem bakışların neler söylüyor, cesaretim yok ki soramıyorum.” Aynen şarkıdaki gibi cesaretim yok ki soramıyorum.
Günler haftaları kovalıyor. Futbolu da boşluyorum. Mecnun yanımda halt etmiş. Ferhat GÜR sazıyla bana türküler, şarkılar söylüyor. Fırsat buldukça demleniyoruz. O beni teselli etmeye çalışıyor.
Sene sonu gelip çatıyor. Müzik beşinci ders oluyor. O dönemde 4 dersten ikmale, eylüle kalınabiliyor. Fazlası olursa sınıfta kalıyorsun. Ne garip nota bilmiyorum ama enstrüman çalabiliyorum. Ve müzik dersi yüzünden bir senem kayboluyor. Belki 4 dersten ikmale kalabilsem (sonradan buna bütünleme sınavları dediler) eylülde hepsini verip geçeceğim sınıfı. O yüzden o öğretmeni hayatım boyunca hiç affetmeyeceğim. Diğer öğretmenleri kıskanırdı. Onlarınki derste benimki ders değil mi diye. Bu kıskançlığı öğrencilerini sınıfta bırakarak ona zevk veriyor olmalıydı. Kaldığım şu derslere bakın. Tarih, coğrafya, müzik, edebiyat (kompozisyonum çok iyiydi ama divan edebiyatından nefret ediyordum. Kompozisyon ortalamayı beşe çekmeye yetmedi) ve de biyoloji. Ezbere dayanan dersleri sevmiyordum. Cebir, geometri, fizik, kimyadan geçeceksin. Kaldığım derslere bak. Bu dersler senin bir yılına mal olacak ama işte kural kuraldır. Borçlu geçme de yok yıllarda. Karneyi aldık toslamışız belli ki. Bakalım evdekilere ne hesap vereceğiz?
(devamı haftaya)