Onlar arabayla sağa sola gidiyor ama geri geliyorlardı. Ya bir gün tatilleri biterse endişesi zaman zaman içimde acılar oluşmasına neden oluyordu. Yine bu endişeleri duyduğum günlerden birinde arkadaşlarımla şöyle bir dolaşmaya çıktık. Uzun uzun gittik. Dönüş yolunda garip bir huzursuzluk duydum. Hemen evime arığıma girmek için koşmaya başladım. İşte tam bu sırada bir sesle irkildim. Önden giden beyaz tüylü arkadaşım ağlayarak düştü. İçimdeki endişeler, korkular “kaç kaç” çabuk dese de, ben arkadaşımı bırakıp gidemedim. Tam onun yattığı yere yaklaşıp baktığım da onun kanlar içindeki başını gördüm. Bir ümit diyerek onu yalayıp, itmeye başladım. Kalkmıyordu, kalkamıyordu, gözlerime bakarak o da bana kaçmam gerektiğini hissettirdi, son hırıltısında kaç diyordu. Kaçmam gerekliydi, bende öyle yaptım. Koşmaya başladım. Önce bir ses ardından kasıklarımda, daha sonrada başımdaki acı beni yerlere yuvarladı. Dalmıştım sanki derin bir kuyuya düşmüştüm. Gözlerim ağırlaştı, beni besleyen hanım geldi gözlerimin önüne.

“Kara, kara, kara gel” diyordu, elini bana uzatıyordu, ama beni bir türlü tutamıyordu, tutamadı da. Ben hala düşmeye devam ediyordum. 

“Kara, neredesin? Kara gel yemeğini vereceğim.” 

Bu seslenişler beni bazen yavaşlatıyordu, düşme hızım azalıyordu. Bu sesleri iki gün dinledim, ama gidemedim. Takatim yoktu, çok kan kaybetmiş, takatim kalmamıştı. Onun sesini her duyduğumda, bir hırıltı boğazımdan fırlamaya hazırlanırken kaybolup gidiveriyordu. Diyemezdim ki beni ve arkadaşlarımı bir avcı zevk için vurdu. Belki silah seslerini duymuş, beni merak edip, aramaya başlamıştı ama bu otların arasında beni bulması zordu, ne yazık ki çaresizdim, gücüm yoktu. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, tekrar bana seslendiğinde ayaklarımı sürükleyerek yola çıkmaya çalıştım. Meğer yürümek ne kadar güzel bir şeymiş demekten kendimi alamadım. Ayaklarım doğrulmuyordu, biri sağa, biri sola gide gide yola çıkmayı başardım. Onu görmüştüm, arkası dönüktü beni görmüyordu, son bir gayretle ağlayıp, ağzımdan dökülmeye başlayan hırıltıları duyurmaya çalışıyor, gözlerimdeki yaşlarda onu iyi görmemi engelliyordu. Yine derin kuyuya düşmeye başladım. İşte tam bu sırada onun sesiyle düşmemdeki hızım yavaşladı. 

“Kara, Kara gel canım, kaç gündür çok merak ettim seni, nerelerdeydin?”

İyice yaklaşmıştı, artık baş ucumdaydı, hissediyordum. Onun feryadı bu gün bile kulaklarımda çınlar.. 

“Aman Allahım , ne oldu sana? Sana bunu kim yaptı?” Bana sarılıyordu ve ağlayarak, “yaşayacaksın kara yaşamak zorundasın” diyerek sokak ortasında bana sarılmış ağlıyor, bir yandan da komşusuna seslenip, çok acele veteriner çağırması için sesleniyordu. Sevilmek ne kadarda güzeldi, bazıları bizi zevkleri için vurup öldürürken, işkence ederken, bazıları ise siyanürle bizleri zehirleyip, öldürürken, bazıları da bizim için acı çekip üzülüyordu. 

Bundan sonrası, su gibi akıp geçti. Beni tedavi ettirdi.  İyileştim, O’nun sayesinde bir ailem oldu. Adımı değiştirdiler, şimdi bana “Puana” diyorlar, ben artık Almanya’da yaşıyorum, sık sık da Türkiye ye gelip tatil yapıyorum. Ben bir takım acılar çekerek de olsa mutluluğu yakaladım, ya diğer arkadaşlarım, sokak köpekleri ve kedileri, onların şansları ne kadar dersiniz? 

Evet yukarıda yazdığım gerçek bir öyküdür. Yaşam devam ediyor ve bizler bu katliamları bir gün duymayacağız, görmeyeceğiz, çünkü ortada ne kedi ne köpek kalmayacak. Tıpkı ormanlarımızın katliamları gibi. Erozyonlarla, sellerle savaşmaya başladığımızda vakit çok geç olacak. Çölleşmeler olduğunda da yapacak pek bir şey kalmayacak.