Tarih-i Baklayı yazmadan önce Alanya halkına bakla piyazını sevdiren Tıs Hasan'ı tanıyalım isterseniz.
Tıs Hasan Kale’de ikamet eder. Sabah ezanı ile kalkıp sabah namazını kıldıktan, sarnıçtan çektiği iki teneke yağmur suyunu eşeğe yükledikten sonra, kendisi de eşeğin sırtına binerek çarşı içindeki piyazcı dükkanına doğru yola çıkar. 
Çarşıya indiği zaman, eski Örnek Sineması’nın yazlık kısmının etrafında bulunan portakal ağaçlarından birisinin gövdesine eşeğini bağlar. (O yıllar portakal ağaçlarının gölgelerinde bulunan küçük kulübelerde kalaycı ustaları vardı) Yağmur suyu dolu tenekelerle beraber geldiği piyazcı dükkanının kepengini Euzü Besmele ile açardı.
Tıs Hasan akşamdan yağmur suyuna ıslattığı kuru baklaların suyunu, yeni getirdiği yağmur suyu ile değiştirerek bakla tenceresini ocağa koyardı. Öğleye doğru dükkan bakla piyazı yemek isteyen insanlarla dolar taşardı. Bakla piyazı alüminyum sahanlarda verilirdi. Piyazda kullanılan zeytinyağı Mahmutseydi’den, sirke Türktaş’tan, soğan Sapadere’den gelirdi. 
Bakla piyazının olmazsa olmazı yanında verilen bir baş soğanı, ister bıçakla kes, ister yumrukla parçala. Yumrukla parçaladığın soğanın acı suyu ve cücüğü ortaya çıkar. Cücük soğanın en lezzetli yeridir. Bedri Rahmi'nin deyişiyle, "Dağdaki çobana büyük ikramiye çıkmış, paranı nedeceksin” demişler. “Bundan sonra her gün soğanın cücüğünü yerim” demiş. Alanyalı bakla piyazı yerken en son lokmayı soğanın cücüğü ile yemeyi tercih eder.
Yağmur suyu ile ıslatılıp, yağmur suyu ile pişirilen kuru baklanın Tıs Hasan'ın elinden nasıl lezzet kazandığını anlattıktan sonra gelelim Tarih-i Bakla’nın hikayesine. 
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar memleketin birinde 999 odalı sarayda yaşayan bir padişah varmış. Padişah baklayı çok severmiş. O yıllarda televizyon kanalları olmadığı için, padişahın yalakaları Agora’da (kent meydanı) toplanıp, baklaya övgüler düzer, algı yönetimi ile halk bakla ekmeye yönlendirilirmiş. Çünkü padişah sabah akşam bakla yediği için sarayda yaşayan padişahın danışanları da bakla yemek zorunda kalıyormuş. Bu yüzden saray mutfağına sarayın aşçıbaşı bakla bulmakta zorlanır olmuş.
Gel zaman git zaman padişah bir hayli ihtiyarlamış. Yediği baklalar, şeyini tırmalar misali bakla yediği zaman başı ağrımaya, midesi bulanmaya başlamış. Padişah baklanın saray mutfağına girişini yasaklamakla kalmayıp, ekimini de yasaklamış. Halk yasaklar karşısında homurdanmaya başlayınca, bu sefer sarayın yalakaları, çoğu akademisyen, Ceride-i Havadis’in Şeyh ül Muharrirleri, kelli felli insan görünümlü soytarılar Agora’da toplanıp baklayı kötülemeye başlamışlar. Dinleyenlerden birisi nihayet dayanamamış: "NE HAKLA 35'E BAKLA" diye sorunca, algı yönetimi yapan o koskoca akademisyenler, Şeyh ül Muharrirler apışıp kalmışlar.
İşte o günden bu yana değişen bir şey yok anlamına gelen "NE HAKLA 35'e BAKLA" sözü kullanılır olmuş.
 Yüzünüzden gülücükler hiç ama hiç eksilmesin.