Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler demiş günün birinde zamana şahitlik eden önemli şahsiyetlerden biri. Çünkü her şeyin yaratıcısı, her şeyi en güzel haliyle yaratmıştır. Her ne kadar sınırsız imkanlarla donatılmış olan insanoğlu zaman zaman bunun kıymetini bilmese, aksi şekilde yaşamaya inat etse bile. Halbuki, öyle bir hayat yaşamalı ki senden geride samimiyet kokan hoş bir sada kalabilmeli şu fani dünyada.
İnsanoğlu, en mükemmel şekilde yaratılmış olsa da yaşadığı sürece çevresindekileri kah üzebilir kah onlara karşı eksik, yanlış tavırlar sergileyebilir. Elbette çevredekilere karşı sergilenen nahoş tavırların, karşı tarafta güzel bir izlenim bırakması düşünülemez. Fakat sonuçta hata yapmakta insana mahsus bir özelliktir. “Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni” demiyor mu Orhan baba? 
Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki hata yapmak her zaman kötü bir durum da değildir. Çünkü çevrenizdekilerin size karşı gerçek tutumlarını, ancak onlara karşı yapılan hatalar karşısında anlayabilirsiniz. Hatta bu düşünce birçok önemli yazar ve bilim insanı tarafından da tavsiye edilmektedir: “Çevrenizdekilerin gerçekte kim olduğunu anlamak istiyorsanız onlara karşı –zaman zaman bilinçli bir şekilde- hata yapınız. İşte o zaman onların gerçek düşüncelerini, davranışlarını görebilirsiniz.” 
Peki, hatalar ne zamana kadar masumdur? İşte, bu nokta çok önemli. Çünkü öyle bir sınır vardır ki; bu sizi darağacına da götürebilir, darağacından da alabilir. Eğer hata, hata olmaktan çıkmış kasıtlı hale dönüşmüş ise işte sorun da tam bu noktada başlamaktadır. Kasten karşı tarafa zarar vermek amacıyla ortaya çıkan eylem ve düşüncelerin olması kılıçların kınından çıkmasını ifade eder.
Ne yapmalı o zaman? İnsanız hata yaparız, hata yapana düşen görev bunu telafi etmektir. Hata yapılana düşen görev ise sorgusuz sualsiz yargısız infaz yapmak değil; eğitici, öğretici ve çözüm odaklı bir tavırla hoşgörü abidesi haline dönüşebilmek olmalıdır. İşte yapılan kusurlar karşısında gösterilecek hoşgörülü tavırlar; inişli çıkışlı ve keskin virajlardan oluşan hayat yolunda insanın savrulmamasını sağlayan, aksine onu yücelten önemli adımlardan sadece biridir. 
Adı üstünde hoş-görmek ya da hoş-gör-e-bilmek. Hayatında hoşgörü kabiliyeti düşük düzeyde olanlara, hoşgörüsüz davrandıkları kişilerin yaratıcısını hatırlatmakta büyük fayda vardır. Yaradılanı severim, yaradandan ötürü sözü her şeyi izah etmektedir. 
Artık yaşam öyle bir hal almış ki; çevredeki insanlar bırakın hoşgörü abidesi olmayı, hoşgörünün zerresinden bihaber bir hayat sürmekteler. Halbuki hoşgörü, insanları aynı çatı altında tutan en önemli mayalardan bir tanesidir. Aksi halde çevresindekilerin hatalarını, kasten yapılmış eylemler gibi algılamanın; ayağı sendeleyip yere düşmüş yavru bir ceylanın akbabalar tarafından leşe çevrilmeye çalışılmasından ne farkı vardır? 
Günümüzde insanların tahammül eşiği artık o kadar azaldı ki –neredeyse sanki hiç eşik yok- klasik bir tabirle gözün üstünde kaşın var misali, hemen hemen herkes her an patlamaya hazır bomba gibi. Etrafınıza baktığınızda sanki her taraf akbabalarla dolmuş vaziyette.  Trafikte araç kullanırken bir bakıyorsunuz sudan bir sebeple, şoförler arasında beysbol sopalı (veya nam-ı diğer Haydar’lı), çakılı-bıçaklı kavga başlayıvermiş. Benzer şekilde yolda yürürken, eğlence merkezlerinde, spor aktivitelerinde gibi neredeyse hayatın her yerinde ve he anında bu manzaralar görülebilmektedir. 
O halde ne yapmalı? Toplumdaki huzurun temel kaynağı hoşgörüden geçtiğine göre; hayatı, çevreyi, insanları hoş-gör-e-bilmeli-yiz. Çünkü, samimi bir hoşgörü karanlık zindanları aydınlatan mum misali, insanlarında ruhunu aydınlatır. Çekilmez hale getirilen yaşamı, daha yaşanabilir bir hayata dönüştürmek için; karanlık ruhlardan arındırılmış önce bir insan, sonrasında da bir toplum olabilmemiz ümidiyle…