HAYAL KIRIKLIĞI

Geçtiğimiz günlerde Deniz Dülgeroğlu’nun bir podcastinidinledim. İsimlerimizin konulma hikayesine dair hepimize dokunabilecek bir anlatısı vardı. İsmimiz kim tarafından ve nasıl konulduğu aslında yaşam hikayemizin bir parçasını oluşturuyor diyordu nacizane. 

Kasım ayına giriş yaptığımız bu günlerde yapraklar bir birdüşerken havaların soğumasıyla çoğunlukla evlere ve dolayısıyla kendimize bir dönüş yaşıyoruz. Bizi canlı tutmaya çalışan müthiş Kasım ayı indirimleri olsa da kendi içimize bir kere dönüş yaşadığımızda, bir kere kendimiz ile yüzleştiğimizde kendimizi bambaşka bir alanda buluyoruz. Ya kendi içimizde bir mücadele veriyoruz ya da halının altına süpürdüğümüz tüm tozlar gibi mücadelemizi de görmezden gelmeye çalışıyoruz. Böylelikle indirimlere sığınıyoruz. Bu işten en çok yine belli uygulamalar, belli marka sahipleri karlı çıkıyor. Bizlerse tüm eksikliklerimiz ile günlerimizi yaşamaya devam ediyoruz. Tüm hayal kırıklıklarımızla.

Ceplerimizde taşıdığımız tüm hayal kırıklıkları sadece bizlere ait olmuyor elbette. Bazen de başkalarını hayal kırıklığına uğratıyoruz. Bu duyguları da kendimiz ile taşımaya başlıyoruz. Hatta o kadar içselleştiriyoruz ki kendi kırıklarımız ile karıştırıyoruz. 

Bazen sırf kendimiz olduğumuz için bazen de beklentileri karşılayamadığımız için insanlara hayal kırıklığı yaşatabiliyoruz. Bazen ‘’Ben böyleyim.’’ diyen insanlar karşısında tam da kendiniz olduğunuz için oluyor bu durum. Oysa ki siz de tam olarak kendiniz oluyorsunuz. Bazen karşımmızdakini anlamadığımızda, yanlış anladığımızda veya anlayamadığımız durumlarda hayal kırıklığı yaşatabiliyoruz insanlara.

Hiç kimse kırılmasın derken bazen en çok biz kırılabiliyoruz. Tıpkı bize sorulmadan ismimizi koyan kişilerin bizleri kırdığı gibi çocuk olabiliyoruz yeniden. Tüm gülümsemelerimiz cebimizdeki deliklerden kayıp giderken, kendi hayatımızın izleyicisi olabiliyoruz sadece. Sanki kontrol hiç bizde değilmiş ve hiçbir zaman olmayacakmış gibi hissedebiliyoruz. 

Hayal kırıklığı yaşamak, hayal kırıklığına uğratmak ve hayal kırıklığı olmak arasında gidip gelirken kendimizden uzaklaşabiliriz. Oysa ki sonbahar kendi içimize döndüğümüz bir mevsim değil miydi? Nasıl oluyordu da kendimizden uzaklaşabiliyorduk? Belki de içimize dönmektense, kendimizden uzaklaşıp şöyle hayatımıza bir bakmamız gerekiyordur. Aslolanı, aniden verilen kararlar sonucu değil de durup sakinleşebildiğimiz anlarda görebiliyoruzdur belki de. Ne dersiniz?