Toplum olarak.
Sık, sık.
“Nerede o eski günler.”
“Nerede o eski bayramlar.”
“Nerede o eski komşuluklar ve dostluklar” deyip duruyoruz.
Aslında.
O özlemini çektiğimiz bayramlar değil.
Özlediğimiz. 
Çocukluğumuz, gençliğimiz.
10, 15, 18  yaşlarımızdaki anıları tekrar yaşayabilmemiz için o yaşlarda olmamız gerekir.
Ben de şöyle bir eski anılara, özellikle de çok eskilere gitmeye çalışacağım.
Bakalım beğenecek, o koşulları yaşamak isteyecek misiniz?
Evlerde elektrik, su yok.
Ev gaz lambasıyla aydınlatılıyor.
Su mahallenin çeşmesinden ya da oldukça uzaktaki bir kuyudan taşınıyor.
Evvelden mahallelerde eşek ya da at üzerinde tenekelerle su satan sakalar vardı.
Telefon mu?
Hak getire.
Koskoca bir mahallede bir ya da iki kişinin evinde telefon ya vardı ya yoktu.
Hatırladığım kadarıyla.
Uzaktaki akrabanız ya da dostunuza telefon etmek için, postaneye gidip yazdırıyorsunuz.
Sonra onu bulunduğu kentteki posta memuru evinden çağırıyor sizi de sizin postaneden çağırıyorlar o şekilde konuşabiliyorsunuz.
Eskiden nüfus azdı.
İstanbul’un nüfusunun bir milyon olduğu dönemi çok iyi hatırlıyorum. 
Şehirlerdeki çoğu evin bahçesinde büyükbaş ve küçükbaş hayvan beslenir, süte, yoğurda, yağa para verilmezdi.
Evlerde televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, mobilya falan olmadığı için ev halkının fazla masrafı da olmazdı.
Radyo bile 1950 yıllarına doğru yaygınlaşmaya başladı!
Para gerektiren şeyler.
Tuz, şeker, gazyağı idi. 
Evde, şimdiki gibi vakit geçirecek elektronik cihazlar olmadığı için.
İnsanlar birbirlerine gider vakit geçirirlerdi.
Koskoca bir şehirde bir, iki taksi ya vardı ya yoktu.  
Çocuklar top oynamak için, çaputları sarıp sarmalayıp ip bağlayarak top yapar oynarlardı.
Tüm bu yokluk dönemlerini bile bile hala özleyen var mıdır?