Son bir yıl içerisinde istikralı bir şekilde Dolar, Euro, Altın ve diğer ülkelerin para birimlerinin Türk Lirası karşılığa bakıldığında her geçen gün arttığı ortadadır. Özellikle korona ile birlikte son aylarda bu artış daha da hızlı ilerlemektedir. Bu da insanların aklına Türk Lirasının değerini kaybettiği düşüncesini getiriyor. Genellikle son aylarda ‘’Paranın artık hiçbir değeri yok, eskiden 100 Lira ile neler alırdık şimdi hiçbir şey alamıyoruz doğru düzgün.’’ Gibi cümlelerle karşılaşabiliyoruz. Özellikle market alışverişleri birçok kişi için somut bir örnek oluşturmaktadır. Durum gerçekten böyle mi? Yoksa yapılan açıklamalar bizi yeterince rahatlatamıyor mu?
Herkes para birimleri karşılaştırmaları yapıyor ve çeşitli karikatürler ortaya çıkıyor. Değer kaybeden şeyi somut olan para birimleri üzerinden değerlendiriyoruz. Peki, tüm yaşanan olayların ortasında kalan insanlık değeri? Son yıllarda tüm dünyanın şahit olduğu olaylarla birlikte insanlık değeri noktasından uzaklaşabiliyoruz. Gördüğümüz ya da odaklandığımız şeyler genellikle ya bir durum ya da bu durumların içinde bulunduğumuz yaşama ilişkin sonuçları. 
Tüm bu odaklandığımız ve peşinden koştuğumuz geçici olaylar, en çok değerlerimizi ve bizi yıpratıyor. Güvenmeyi bıraktık belki de önce. İnanmak çok zor geliyor insanlara. Ne yapılan açıklamalara inanabiliyoruz ne de hayatımızdaki insanlara. Sürekli bir diken üstünde, geleceğimizi öngöremeyen bir yaşam içerisinde bulduk kendimizi.
Yardımlaşmayı ve paylaşmayı bırakıp daha çok kendimizi hayatın odak noktasına koyup bencilce yaşamaya başladık. Bir başkasının sahip olduğu yaşamı, eşyaları veya işini kıskanır olduk. İhtiyacımız olmadığı halde dolaplarımızı ağzına kadar doldurduk.
Aynı dünyayı paylaştığımız insanları sınıflara, ülkelere, ten rengine veya cinsiyetine ayırarak sırf bizden farklı diye onları dışlar olduk. Bazılarından ise korktuk. Bazen o kadar çok korktuk ki; Yaprak dökümü dizisinde yer alan ‘’Aman ağzımızın tadı bozulmasın.’’ Yaklaşımıyla alttan aldık veya görmezden geldik olayları. En çok da konuşmaya korktuk. Yanlış anlaşılmaktan veya ifade ettiklerimiz nedeniyle etiketlenmekten kaçındık. 
Susmayı, bencilliği, güvensizliği, inanmamayı, ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi öğrendik. Belki de böylesi daha kolay olduğu için işimize geldi. Zaten herkes başkasını kandırıyor, herkes bunu yapıyor diyerek kendimizi teselli ettik. O kadar çok kendimizi kandırmakla uğraştık ki aslolan kendimizi unuttuk. Kendimize bile güvenemez olduk. Yapamayacağımızı düşünüp cesaretimizden uzaklaştık. Ortalama bir yaşam ile günlerimizi geçirmeye başladık. 
Bazı insanlar ise tüm bu yaşanılanların insanlığa olan sonuçlarını çok da dikkate almadı. Sadece bunlara uyum sağlamaya çalıştı. Kimse uyumsuz olmak istemedi. Keşke telefonlarımız kırılmasın diye gösterdiğimiz hassasiyeti kaybetmeye yakın olduğumuz değerler için gösterseydik.
Şimdi, tam şu anda bunları düşünmeye ihtiyacımız var. Halı altına süpürmekten veya duymamaya çalışmaktan uzaklaşmalıyız. Zaman makinesi ile olayları başa sarma gibi bir ihtimalimiz henüz olmadığına göre kendimizden başlayarak bu hayata izler bırakmalıyız. Bunu hem kendimiz için hem de geleceğimiz için yapmalıyız. Yoksa tüm insanlık, insanlıktan uzak bir yaşam içerisinde bulacak kendini.