Değerli okurlar.
Birileri, “Anılar yaşlıların bastonudur” demiş.
Sanırım kimi dostlar, giderayak bastona yaslanmamı istemiş olacak ki, anılarımı yazmam konusunda sürekli ısrar edip duruyorlar.
80 yıl içinde bir sürü iyi, kötü, komik ya da acı anılarım oldu.
Son yıllarda hafıza konusunda oldukça zorlandığımı söylemeliyim.
Bu yüzden de.
Alzheimer olmaktan korktuğumu itiraf etmeliyim!
Korkunun ecele faydası olmadığına göre, 
Mevcutla yetinip, geçmişe uzanmaya çalışırken, hangi anılara yöneleceğime karar vermem gerekecek.
Çoğu kişinin ya da kimi kalemşorların, 
Sütten çıkmış ak kaşık gibi,
Piri pak, dört dörtlük bir insanmış ayaklarıyla, 
Mükemmellik mertebesine ermiş bir bilge edasıyla, 
Toplumsal değerlerin bayraktarlığına soyunarak, kötülere ve kötülüklere, hamasi çıkışlarla veryansın ederek, 
Yığınların sempatisini kazanma çabalarına oldum olası gıcık olurum. 
Halbuki.
Hatasız kul olmaz özdeyişinden yola çıkarsak,
İnsanoğlu, ömrü boyunca meleklikle keleklik arasında mekik dokur!
Amma ve lakin. 
Ne yalan söyleyeyim, 
Zaman zaman, ister istemez, ben de aynı aymazlığa, özellikle ukalalığa soyunarak ahkam kestiğim zamanlar olmuş olabileceğinden endişe etmiyor değilim!
İşte, böylesine bir çelişkiye geçmişte düşmüş olabileceğim ya da bundan sonra da düşebileceğim endişesiyle, komik olmamak adına bu lafları sıralamış bulunuyorum.
Demek istediğimi anlatabildim mi?
Sizi bilemem ama ben anlatabildiğimi sanmıyorum.
Eğer hayatımda varsa övünülmem gereken belli şeyler, bunları başkalarının dile getirmesi gerektiğine inanarak, bazı ilginç ya da komik anılarıma yer vererek karamsarlıklarla dolu şu günlerde,  en azından okuru güldüremesem bile tebessüm ettirebilirsem ne mutlu bana!
Şimdilik, bundan yetmiş yıl öncesinden hatırlayabildiğim bazı şeylerden söz etmeye çalışacağım.
Kaç yaşımda olduğumu bilmiyorum ama sanırım 5-6 yaşlarında iken, Kastamonu’nun Nasrullah Meydanı’nda üzerlerine entari gibi beyaz giysi giydirilmiş beş altı sehpaya asılıp idam edilen suçluların infazını hala bugünkü gibi hatırlıyorum.
O yıllarda, kentlerde bile.
Her evde büyükbaş hayvanla birlikte kümes hayvanları da beslenirdi. 
Elektrik yoktu.
Su mahallenin çeşmesinden taşınırdı.
Koskoca bir kentte üç, beş otomobil vardı.
Ben 20 yaşıma kadar, İstanbul, Kastamonu ve Kastamonu’nun değişik ilçe ve beldelerinde oradan oraya gezip durdum.
İlkokulu beş ayrı yerde okudum.
Diplomamı ise İstanbul’da Nişanca İlkokulu’ndan aldım.
Nedeni ise, kimi göçlerimde babamın memuriyetiyken, kimisi İstanbul’la ilgili gelgitlerimdi.
Babaannemle dedem,  annem üvey olduğu için beni yanlarına alırlar, belli bir süre sonra da yaramazlıklarımdan ve top oynamaktan ders çalışmadığımdan yakınarak beni Kastamonu’ya postalar, belli bir süre geçince de gelip beni alarak yeniden İstanbul’a götürürlerdi.
İstanbul’un nüfusunun bir milyonun altında olduğu tarihlerdi.
Gençliğimin önemli bir bölümünün İstanbul’da geçtiğini söyleyebilirim.
İşin ilginç yanı, doğum yerim İstanbul.
Hem de Haseki Hastanesi.
Bugünkü anılarımın gülünecek yanı olmadığı için sizden özür dilerken, bundan sonra yazacağım anılarıma umarım gülersiniz!