Bu yazımız doğrudan sayın belediye başkan adaylarına... Hangi partiden oldukları önemli değil bizim için, sözümüz hepsine… Her ne kadar onlar böyle sözleri duymak istemeseler de, biz yine söyleyelim ki, yarın hesap gününde “Allah’ım biz hatırlattık, ama onlar kendi bildiklerini yaptılar” deme hakkımız olsun…

Bakın efendiler, bir kentin bir şehrin idaresine talip olmak, ben sizlerin arasında adaletle hükmedeceğim, herkese insanca kardeşçe yakınlık göstereceğim, ama daha çok mazlumların yoksulların ihtiyaç sahiplerinin, kimsesiz kalmış insanların yanında olacağım demektir aslında, siz ne diyorsunuz, onu bilemem…

Bir kentin, bir şehrin o şehirde yaşayan ahalinin idaresine talip olmak büyük bir sorumluluk almaktır… Büyük bir vebal altına girmektir, bir nevi ahrete talip olmaktır bilinirse… Çünkü kentin ve ahalisinin bütün sorumluluğunu yüklenmektir, o kente belediye başkanı olmak… 

Ben size kutsal kitaplardan öğrendiklerimi demeye çalışıyorum, başkalarının ne dediği çok umurumda değil, hatta sizin ne düşündüğünüz de… Kutsal metinlere göre, kentin herhangi bir yerinde bir kişi sefalet içinde ölürse “ya da açlıktan filan” asıl sorumlu kentin idaresi elinde olan der, kutsal metinler… 

Demeye devam eder, şehir ahalisini de sorumlu tutar… Yani bir bedeli var, bir kente reis ve efendi olmanın, idareci olmanın…

Hani der ya dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devrimcisi Hazreti Muhammed “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diye… Akılında bulunsun, ahaliden biri açken, sen toksan kaybeden olursun ahret yurdunda, benden söylemesi… İster dinle ister dinleme, ben hatırlattım da…

Müslüman olmanın da bir bedeli var biliyor musunuz? Öyle Müslüman’ım demekle olunmuyor, haberin olacak açlardan, sokaklarda üşüyenlerden, sokak çocuklarından, kuşların aç ve yuvasız kalışından…

Reisliğe talipsen önce kendinle konuşacaksın bu işleri yapıp yapamayacağını, her eve girip giremeyeceğini, her eli sıkıp sıkamayacağını… Yoksul sofrasına oturup oturamayacağını sormalısın kendine… Yetimlerin listesini çıkarmalısın önce, bilmelisin şehir de kaç yetim yaşadığını…

Yani her sokağa, her eve girmek oralarda ne yaşandığını, nasıl yaşandığını, ahalinin ne durumda olduğunu bilmek zorundasınız… Öyle ihtişamlı makamlarda ihtişamlı koltuklarda oturmakla olacak işler değil bunlar…

Kentin hatırlı ve güçlü, servet sahibi kişileriyle muhabbet etmekle, onlara bir emrin var mı, demekle olacak işler değil bu işler…

Ne demişti yaşlı kadın Halife Ömer’e? Mehmet Akif kocakarı ile Ömer diye tasvir eder, ben yaşlı kadın diyorum… Uzun ederek anlaşılmaz kılmayalım, hani yaşlı kadına un çuvalını sırtında götüren Hazreti Ömer, kendinin Halife Ömer olduğunu söylemez de, der ki “sen bu halini evinde yiyecek bir şeyin olmadığını çocuklarının aç olduğunu, gidip Halife Ömer’e arz ettin mi?” deyince yaşlı kadının cevabı büyük bir tokat gibi iner Ömer’in kulağına…

Neden ben Onun ayağına gideyim; O bilecek benim ne halde olduğumu, çocuklarımın evimin ne halde olduğunu, bilmeyecekse neden halife oldu?

Evet efendiler… O makam o koltuk saltanat sürme, birilerine hava atma, ahalinin parasını oraya buraya savurma yeri değildir, talancılara fırsat verme yeri de değildir…

Karanlıklara ışık yakmaya talipseniz, yolunuz açık olsun… Yok, kendinizce çıkar hesapları peşindeyseniz, yolu sunu cehennem bilmiş olun…

Kardeşçe bir uyarı bizim yaptığımız…